Ordular oradan oraya sevk ediliyor. Biz boynumuzu Afganistan’a çevirirken yanı başımızda yığınaklar yapılıyor. Göçler oluyor. Mesela küçük ama etkili bir coğrafyada olan ülkelere körfez Araplarından binlerce turist gidiyor. Gittikleri ülkelerin mavi gözüne, sarı saçına hayran oldukları için gitmediklerine tarih şahittir. İlginç göçler oluyor. Bir taraftan mülteciler, diğer taraftan yatırım yapmak için adını ilk kez duydukları ülkelere akın akın giden Araplar, Ruslar, Polonyalılar… Tamam, size kavimler göçünü andıran hareketlerden bahsetmeyeceğim. Yakın bir ülkeye, Gürcistan’a geldim.

Kayınvalidem Gürcü asıllıdır. Gürcistan bana kayınvalidem kadar yakın ve yine kayınvalidem kadar uzak. Makyajlı binalarla dolu caddelerinde yürüyorum Tiflis’in. Yetmiş yıllık Rus binalarına yapılan Avrupa Birliği makyajının altında ne Rus var ne de başka bir kavim; Gürcülerin kaderi var… Naif, Karadeniz hareketliliğinde, hafif sarhoş, kendinden güçlü devletlerle harp etmiş bir avuç insanın imanına sarılması, Ortodoks Hıristiyanlığı hiç bir dindaşına benzemeyen hüzün ve vakarda.

Bir taraftan Azeri Türklerine, Karapapaklara bakıyorum, diğer taraftan ajandamdaki üç beş güzel insanın telefonuna, eve döndüğümde ise bir kendime sarıyorum bir de 11 yıldır yazdığım Hükümdar adlı romanıma… Azerbaycan ve Ermenistan sınırındaki Azeri köylerine gitmek, onlarla bir kara çay içmek, hatta hiç konuşmadan ekmek yapan kadınları izlemek, yaşlı adamlarla mescide gitmek için can atıyorum.

Kura Nehri kıyısındaki Cuma Mescidinin hamam kısmı mescitten daha işlek. Yunsun diye, diye, hiç olmazsa bedenlerimiz, insanlığımız temizlensin diye… Mescit’te iki minber var: biri şiiler, diğeri suniler için. Hayr olsun… Ta Hz Osman zamanında Müslümanların fethettiği bu coğrafyaya herekesiz bir Kuran bırakmışlar. Adeta hakikatin üzerine esre, üstün, ötre bırakmadan dosdoğru söylemek için…Ama ben yine de umutla üç yaşlı, iki genç adama selam verip, belki de bir Gürcü mantısı yerken “Hz Ali ne güzel dosttu değil mi kardeşlerim?” demek için yoracağım ayaklarımı, Aziz Gregori anıtından aşağı doğru yürürken.

Bize güç veren inandığımız hikayelerdir. Hikaye dedimse öyle küçük görmeyin… Herkes bir hikayeye sırtını yaslayıp bu hayatın gamını kenara itiyor. O hikayenin hayaliyle yol alıyor. Hani Züğürt Ağa oğluna Hayber Kalesi’ni okuturdu da tüm hane dinlerken uyurdu… Bir Züğürt Ağa uyumazdı.” Hay mübarek!” derdi, Ali efendimizin o koca kale kapısını devirmesini her duyduğunda… Öyle işte! Bir kahraman vardır, bir de hikaye… Sultan Sencer sonrası, Büyük Selçuklu dağılırken Tiflis Selçuklunun elinden çıkar.

Bir İran’ın, Bir Osmanlının, bir Rus’un eline düşer. Ama, Ortodoks Gürcüler inat eder. Zaman zaman kallavi adamları Müslüman olur, vali atanır ama yine de inanç kemikleşir. Bugün dahi tüm Ortodoks hristiyanlardan farklı refleksleri vardır Gürcülerin. Bir cenaze merasimine gittim. Kilisenin ortasında tabutun içinde yatıyordu ömrünü tamamlayan… Gelenler sadece ölünün akrabalarını değil ölüyü de selamlıyorlardı. Kiliseden çıkarken de el pençe divandan çıkanlar gibi geri geri çıkıyorlardı… Gürcüler bana az olanın özüne daha sıkı sarıldığını hatırlattılar.

Biliyorum, popüler olan, güncel olan, lakayt olan; Batum, denildiğinde cıvıklaşan dillerin hakimiyeti. Çokta umurumda değil! Zira, ben Tiflis’te muhteşem bir şey gördüm: Az olanın, yalnız olanın, yaşamak için köklerine sıkı sıkıya sarılanın yüzünü gördüm. Her ne kadar popülist politikalar, Avrupa ve Amerika hayranlığı kudurmuş bir at gibi insanların üzerine gelse de; o halk danslarındaki sakin ve gururlu ilerleyiş, vakar, dikkatle bakarsanız tüm rüzgarları yıkıp geçiyor. Parklar… Tahran’da, Bişkek’te, Almatı’da gördüğüm o geniş parklar yanında her yana afsalt döken bir “ilerleme” putunun istilası… Dinginlikle acele iç içe geçmiş… Bir sülünün peşi sıra şahinini salan kral Vahtang’dan bugüne değişen bir şey yok Tiflis’te: Kral güzel bir sülün görür ve atmacasını peşi sıra uçurur.

Atmaca geri dönmeyince kralın adamları her yanı ararlar. En sonunda bir ılıcaya düşmüş olan sülünü ve atmacayı görürler. Her ikisi de ölmüştür. Güzelliğie sahip olmak mı yoksa güzellikle birlikte olmak mı?... Bir güzelliğin peşi sıra ölüyor insanlar. Ya da o güzelliğe sahip olmak için koskoca bir şehir kurup, yalan dünyadan göçüp gidiyorlar. Ben bu hikayeleri hafifçe kenara ittiğimde, geçiciliğin içindeki o nefesi, hayatı, ışığı görüyorum… Binler, bir için doğar ve ölürler! İnsan, her yerde aynı. Ya sahip olmak istiyor ya da olmak istiyor.

Alemi temaşa edip şükreden sanırım o kadar çok değil. Göçler vermiş, göçler almış… Kafkasların girişindeki bu küçük, ılık ve Kura nehri gibi, sülün gibi akıp giden bu ülke evet, ileride Ön Asya’da daha çok konuşulacak, uluslar arası politikalar belirlenirken kırmızı çizgiyle altı çizilecek. Ama ben insanın altını çiziyorum. Hikayesi olmayanlar dünyaya da hakim olsalar silinip gidiyorlar. Bir hat çizmek, yüzlerde bir gülümseme bırakmak, Bir Gürcü atasözü: “ Yeni dost kazan, ama eskisini unutma!” der. Dünyaya dost gözüyle bakan pişman olmaz imiş. Lakin dünyaya, insana düşman gibi bakan ise iflah olmazmış.