Büyüklerin sözüdür; “Meza ma meza, muzari meçhul, dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem!” 

Bu söz ve dahi bu sözden evvel hakikate davet eden, ebedi saadeti müjdeleyen ayetler; dünyevi telaşlar, ihmaller ve ihlallerimiz arasında sessizce hatırlanmayı bekler.

İnsanın; duyma, görme yetisi, hissediş pratiği, fark ediş melekesi ahir zaman keşifleri “izm”lerle deforme edilmeye çalışıldığından beridir Batı/lın buyruklarına teveccüh ettiği nispette ezber yaşama formüllerini hızla benimsiyor.

İnsanlık adına tasarlanmış dünyevi yasalar, İlahi yasaların önüne geçirilmeye çalışılıyor. Ki, insanoğlu ilkin fıtratında var olan meziyetlerin, melekelerin sömürüldüğünün ayırdına varamadan ulvi bir vazife olan idrakli yaşamak lisanını terk edip Batı/ın buyurgan hayat dili ile dillenerek hedeflenen ezber hayat formülüne gönüllü bir şekilde razı oluyor.

Son yüz yılda bu razı oluş o kadar hızlı cereyan ediyor ki, insanlık ne kaybettiğinin, nelerden vazgeçtiğinin farkına varamadan sinsi ve sessiz bir işleyişle değiştiriliyor.

Böyle olunca da “dem” farkındalığı suküt ediyor. Demlerden mülhem zaman dünyaperest telaşlarla heba olup gidiyor. 

Ahkam belirleme yetkisini kendinde bulan “büyük güç” ünvanlı emperyalistler ve Siyonist asimilatörler tüm insanlığı yöneteceği yöntemler keşfettikçe sistem kurbanları sonsuzluğu bir kolye ucu, bir dövme figürü olarak taşımaya razı olup bile isteye ölümsüz olacağı sonsuz dünyasından feragat ediyor.

Çünkü mana uzağı, madde yakını oluyor.

Zamanın ömür sermayesi olduğu hakikati de unutturulduğundan, o kıymettar değeri kendisi değil, kendisi adına başkaları tasarruf ediyor.

Farkındasız müsaade edişler, umursamaz müsamahalar her geçen gün insanlığı maddi-manevi felakete sürüklerken, yaşamak kontrolünü elinden alırken her yeni gelen nesil asli kaynaklarından mahrum, kendine yabancı bir varlık mücadelesinin içinde buluyor kendini.

Çünkü epeydir, insanı saadete eriştirecek muhteşem ayetlerin çağrısı ve kainatın sesi modern dünyanın ölümlü tanrıları tarafından çıkarılan gürültülerle bastırıldığından, duyulmuyor.

Sağırlaştıkça insan, geçmişin pişmanlıkları, geleceğin endişesi içinde çırpınıp duruyor.

Anlam dünyası boşalmış insan “depresyon” adlı kuyulara düşüyor.

Böyle olunca “dem”in kıymetinden söz etmenin de bir anlamı kalmıyor. Düşmeden bilmek, ezber etmeden düşünmek gerekiyor çünkü…

Bir silkeleniş, bir kendine geliş nasip olursa ne ala… O vakit ihlaslı bir diz çöküş, nadim olmuş bir boyun büküşle Rabbin merhametine mazhar olunabilir.

Ömürler geçtiğinde, ölüm eriştiğinde, o muazzam Alem-i Ervah’a ulaşıldığında dünyevi gürültüler arasında duymayı unuttuğumuz bir ayet tüyler ürperten bir hakikatin tecellisi olarak okunuverir:

 “Bütün toplulukları -diz çöküp boyun eğmiş- (Caşiye) olarak göreceksin. Her topluluk kendine ait defterin başına çağrılacak, o gün yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.”

Ve o vakit artık insanlık beyhude bir titreyiştedir.

“Geçen geçti, geleceği bilemiyoruz ve an bu andır, an bu andır, an bu an!” diyelim ve hakikatler manzumesi “Caşiye/Diz çökmek-boyun eğmek” Suresini en yakın demde okuyup bir dem kutlu makamda diz çökelim!

Öyle bir diz çöküş olsun ki, ömürlük ve ölümlük bir “caşiye” idrakine bürünelim.