“İnsan ruh mudur beden midir?” diye çok düşünüyorum bazı vakitlerde. Benden önce bunu düşünen ne çok insan olmuş diye görüyorum her karıştırdığım kitapta. Hepsinin bin türlü cevabı ve izahı var. Okudukça, anladıkça ve en çok da dönüp kendime baktıkça cevaplar buluyorum.

Bana kalırsa beden insanın aslının, asıl olanının hapsedildiği bir kafese benziyor. Sınırlar, hudutlar koyuyor ona. Daha fazlasını görebilecekken göz ile sınırlıyor gördüklerini, daha fazlasını işitebilecekken kulak ile hudut çiziyor duyduklarına, hayali çok uzak diyarlarda gezebilirken bedeni ayağına zincirler vuruyor.

Ama dua diye bir sır var ki tüm sınırları, tüm hudutları yıkıyor. “Olmaz” denen anlarda insanı hayrete düşürüyor. “Ağustos’ta yağmur yağmaz” diyor mesela bir meczup Allah onca dua edenin hatırına onun suratına vurur gibi yağmurlarını indiriyor. Aslında doğru da söylüyor o adam. Her dua kabul olmayabilir elbette. Kimin ettiği de önemli kimi eder ağustosta yağmurlar iner gökten kimi etse belki kemik…

Eski bir vakitte henüz yayınlanmamış bir kitabım için, hayalimdeki bir dervişe şöyle söyletmiştim; “Ben gibiler derdi derman bilirler. Zira dertten gayrı bir şey görmemişlerdir dünyada. Sanki gözleri sadece ağlamak için yaratılmıştır, sineleri hep yanmak için… İnsan her konuştuğu vakit derdini anlatmak istemez ki bazı vakitler gönlünü anlatmak ister, muhabbeti anlatmak ister. Lakin benim dertten gayrı bir sermayem yok bu dünyada. Şu gönlümdeki yangından gayrı kimsem de yok.”

Şimdi anlıyorum ki hata etmişim tüm bunları yazarken. Zira var, biri var. “Kimse yok” ve “kimsem yok” dediğin anda dahi biri var. Ya sen gaflet denen çukura düştüğünden ya da gözlerine perdeler indiğinden, belki görmek istemediğinden fark etmiyorsun lakin kimse yoksa da O, var.

Dert çok, çare mahdut, sine mecruh, sahi. Ve keder büyük belki lakin Allah, her dertten, her kederden ve her gamdan daha büyük…

Şükür ki dua diye bir sır var. Yoksa bu dünyada yaşamak bunca derde katlanmak ne zor.