Tiflis’ten Kutaisi’ye doğru gidiyoruz. Yaklaşık 4 saatlik bir yolculuk olacak. Bizim servis araçlarına benzeyen bir midibüsle yolculuk yapıyoruz. Yol boyunca alabildiğine orman ve ırmaklar. Her ne kadar dışarıda serin bir hava varmış gibi görünse de sıcaklık çok yüksek. Havanın harareti ancak akşamüzeri düşüyor. Yolu yarıladık. Dinlenme tesisleri bizim Bolu civarındaki dinlenme tesisleri gibi değil. Daha çok Doğu yolundaki tesisler gibi. Barakalar, minik evler, küçük lokantalar. Afganistan ve İran yolculuklarımdaki tecrübelerimden ürkerek iniyorum midibüsten. Hele ki Yunanistan otobanı kıyısındaki tesis görünümlü pasaklı yerleri düşününce iyice tedirgin oluyorum. Ama korktuğum başıma gelmiyor: tertemiz lavabolar. Güleç yüzlü esnaf. Fiyatlar uçuk kaçık değil. Lika, kendimi biraz daha tutmamı söylüyor. Yol üstünden yiyecek almamamı, karnımı doyurmamamı istiyor. Öyle ki daha sonra anlayacağım; annesiyle konuşmuş ve yemek hazırlanmış. Fincanı ocak üzerinde ısıtılan bir Gürcü kahvesi içiyorum. Yarım haçapuri yiyorum. Aracın kalkışını beklemeye duruyoruz. Lika aklına bir şey gelmiş gibi birden fırlayıp yol kenarındaki bir ekmek ocağına koşuyor. Evet ekmek ocağı, fırın değil.

Modern çocukların ellerine büyük fast food şirketlerinin yapay ekmeklerini yakıştırırız. Modern çocukların ellerine bir dürüm, bir yufka ya da ne bileyim bir çöreği pek yakıştırmayız. Hatta öyle bir ekmeği yemek ilkellik gibi gelir. Oysa ne kadar da çok doğal beslenmeden, gulutensiz ekmeklerden bahsediyoruz…

Lika, elinde ince bir pideyle geliyor. “Buraların meşhur ekmeğidir, sizin için aldım,” diyor. Daha ekmeği ısırmadan boğazıma takılıyor. Üzümlü ekmek kek gibi, yufka gibi, çocukluğum gibi, ninem kadının elleri gibi, sanki anam kadın çok acıkmışım da şekeri eritip bir yufkaya sarıp, ucunun kuru tarafını ısırıp elime vermiş gibi… Adı, nazuki.

Batum’dan Acara bölgesine doğru gidiyoruz. Son model bir mercedesin içinde Cemal, Cemal’in kızı Manana ve aracı kullanan Murat’la birlikteyim. Murat şen çocuk. Rize’nin, Trabzon’un, Artvin’in o hamsi kuşu gibi uçarı delikanlılarına benziyor. Her an aracı durdurup yol kenarında horon oynayacakmış gibi. Önce Gorcami’ye ardından da yaylaya gideceğiz. Bugüne kadar hiç yaylaya çıkmadım. Bana, yanıma mont alıp almadığımı soruyor. Tedbirli olduğumu, sık sık yağan yağmurlardan dolayı yanıma bir yağmurluk aldığımı söylüyorum. Üşürsün abi, diyor. Olsun, diyorum. Sizin ihtiyarlarla sohbet edersem ısınırım. Batum’da iklim tropik. Valla, şaka yapmıyorum; tropik iklim var. Karadenizin tüm nemi, sıcağı, insanı eriten, terden sırılsıklam eden bir havası buraya toplanmış. Batum’dan dağlara doğru gidildiğinde serinlik artıyor. Bu arada araçta bol bol bölgeye has ezgileri dinliyorum. Bir telefon geliyor, bütün hayallerimizi alt üst ediyor! Murat’ın morali bozuluyor. “Abi, yarın yaylada kalamayacağız” diyor. Bir kalkınma ajansı yetkilisinin köye geleceği, mutlaka orada olması gerektiğini söylüyor. Olsun, diyorum. Bir gece de olsa yayladaki insanları göreceksem, bana bir an, bir bakış yeter, diyorum. Feleğin türlü türlü oyunu var işte; belki de ayağım uğurlu geldi, bilemeyiz.

Doğal insanlar çok zaman bize ilkel görünür. Mesela eliyle yemek yiyenler. Şimdi kiminiz, ne yani ayaklarıyla mı yemek yiyor insanlar, diyorsunuz. Yani, çatal kaşık kullanmadan, ellerinin maharetiyle yemeği ağızlarına götüren, geleneksel beslenme şekline uyan insanlardan bahsediyorum. Biraz önce dedim ya. Modern çocukların eline burgeri yakıştırırız ama bir dürüm, bir yufka ekmek pek yakışmıyor gibi gelir bizlere. Bunların hepsi alışkanlıkla ilgilidir. Oysa modernlikle, medenilikle alakası yoktur. Hatta, o çocukların bir geleneğe ait olduklarına bile inanmayız, ellerindeki pet şişeleri, kutu kolaları, biftekleri gördüğümüzde.

Batum’dan çıkalı neredeyse bir saat oldu. Telefondan sonra, biraz da hava alalım diye Hulo yakınlarında, dağların eteğinde bir tesiste durduk. Dağdan gelen buz gibi suyla yüzümüz yıkadık. Birer soğuk çay içtik. Murat, tesisin kenarındaki bir büfeye uğradı… Elinde İranlıkların sengek dedikleri, bizim kalın lavaşa benzeyen bir ekmekle çıktı geldi. Ekmek o kadar güzeldi ki yanına ne karpuzu, ne de peyniri yakıştırabildim. Ancak Murat’ın o mis gibi gülen yüzü yakışıyordu. Ekmeğin adı, şotiydi.

Kutaisi ile Acara’nin tek ortak yanı aynı ülkenin toprakları içerisinde olması. Ama benim için başka bir ortak yanı daha var: Ekmeğini misafiriyle bölüşen insanlar. Ve ekmeği ikram ederken size bir şey verdiklerini asla hissettirmiyorlar. Bana ait olanı bana veriyormuş gibi, sevgiyle yapıyorlar her ne yapıyorlarsa.

Dedim ya, bir yere gidersiniz, beş yıl, on yıl kalırsınız, dağını taşını, haritada şehir isimlerini bilirsiniz… Ama bilmediğiniz bir şey vardır: Gittiğiniz yer size kendini bir anda verir. Eğer siz o an uykudaysanız, ölene kadar o topraklarda olsanız da o topraklar size sırrını vermez. Kutaisili bir kız ile Batumlu bir oğlan, birbirlerinden habersiz bana birer ekmek getirdiler. Her iki ekmekte de yalan dünyayı yerle bir edecek bir tat, bir emek, bir güzellik vardı. O ekmekleri ve o çocukların hesapsız sevgilerini öpüp başıma koyuyorum.

Helal edin çocuklar!

Niaz Diasamidze hepimiz için söylüyor: Nami Vels; Vadinin çiyi, ruhun zamanı…