Sonrasını ne sen sor ne de ben söyleyeyim!

Türkiye’deki bir dostumu arıyorum. Tiflis’te sohbet edeceğim insanlar var mı, kime gitsem bir çayını içer, muhabbet ederim, diye soruyorum. Sağ olsun, ben bilmem ama Mustafa Tanrıverdi’ye sor, o bilir, diye telefon numarasını veriyor. Mustafa hocayı arıyorum. Çok sıcak bir karşılama, muhabbeti güzel, bana Tiflis’i anlatıyor. Özellikle Gürcü hocalarla görüşmek istediğimi söylüyorum. Bana üniversiteden iki hocanın ismini veriyor. Ama dur, diyor. Bir de yaşlı bir Terekeme amcanın numarasını yazdırıyor. Mutlaka bu amcayla konuş, diyor.

Telefona oğlu çıkıyor. Hardasan, diye soruyor. Ne vahıt gelirsen, diyor. Akşama doğru gelebileceğimi söylüyorum. Bana bir adres veriyor. Taksiciye adresi gösteriyorum. Yine yanılmıyorum 10 lari, diyor. Şehiriçi en fazla altı lari olmasına rağmen tüm taksiciler, anlaşmış gibi nereye gidersem gideyim 10 lari istiyorlar. Onlarla pazarlık yapacak kadar dilim yok. Sadece amcamıza gitmek istiyorum. Ondan dinleyeceklerimin hiçbir para birimiyle satın alınamayacağını biliyorum. Bir selam verip dönsem bile buna değeceğini düşünüyorum.

Taksici beni şehrin kenar mahallelerinden birinde, eski yapıların arasında bırakıyor. Adrese, numaraya bakıyorum, doğru. Ama kimseler yok. Zile basmadan önce tekrar telefon ediyorum. Reşit Amcanın oğlu, sen bekle orada, babam beş dakkaya varır, diyor. Bekliyorum. Sokakta köpekler var. Havlıyorlar ama zararsızlar. Tiflis sokaklarında çok köpek var. İnsanlar çekinmiyorlar, haliyle onlar da insanlardan çekinmiyorlar.

Bahtiyar Vahapzade’ye benzeyen bir adam bana doğru geliyor… Ağır yürüyor. Acelesi yok. İnsan yaşlandıkça acele etmemeyi öğreniyor, diye düşünüyorum.

Ebulfez Elçibey geliyor, Genceli Nizami geliyor, Fuzuli geliyor, fakültedeki Azerbaycan Türkü dostlarım geliyor. Azad, Zümrüt, Sevinç… Reşit amcanın yüzüne bir gülümseme geliyor: Çoh bekledin cevan? Diyor. Yok, diyorum, elini öpmek istiyorum, bizde bele olmaz, diyor. Bizde böyle olur, diyorum. İçeri geçmemi önden yürümemi istiyor. Olmaz, diyorum. Olur, olur diyor. Ben pir olmuşam. Dizlerim ağrır, yavaş giderem, diyor. Ağır ağır çıkıyoruz merdivenleri. Sanki daha önce bu eve gelmişim, sanki onun yeğenlerinden biriymişim, sanki bayramlaşmaya mutlaka geldiğim bir evmiş gibi yürüyorum içeride. “Bu gişi İstanbul’dan gelmiştir ay gızlar, hoş gelipsiz deyin!” diyor. Kızları, gelinleri selam veriyorlar.

Aklımda Afganistan, Türkiye’de peş peşe olan afetler, çocuklarımı hangi okula kayıt yaptıracağım, annemi de arıyorum, telefonu açmıyor uzun zaman oldu görüşemiyoruz… WikiLeaks belgelerini açıklayan Julian Assange’ın sözü kafamda dönüp duruyor: “Hedef sonsuz savaş, başarılı savaş değil!”

Reşit Amca omzuma dürtüyor, “Elin yüzün yıkarsın?” diye soruyor. Yıkamaz mıyım! Yıkayayım ki dünyanın kiri pası gitsin. Gözüm kulağım açılsın da seni dinleyeyim. Yüzümü yıkarken Reşit Amcanın Güney Türkistan’da gördüğüm Türkmen ya da Özbek aksakallılar kadar sakin olduğunu düşünüyorum. İmparatorluklardan, devletlerden arta kalan ulu çınarlar gibi adamlar…

Çay geliyor, haçapuri geliyor, sarma geliyor, reçel geliyor… İkram üzerine ikram. Arada Reşit Amca anlatıyor. O anlattıkça boğazıma bir yumruk oturuyor. Uzun zamandır susmuş da biriktirdiklerini birer birer seriyor önüme bir Türkmen kilimini açar gibi. Oğlu geldiğinde sofra da muhabbet de genişliyor. Kars’tan girip İstanbul’dan; Tebriz’den girip Tiflis’ten, Marneuli’den girip Bakü’den çıkıyoruz… 22 Mart 1944. Bu tarihi sektirmeden söylüyor. Kazakistan’a sürgün, diyor. Doksanların başına geldiğinde ise Marneuli’ye gidiyoruz. Gitme değil, başka bir sürgün. Dönüşte ise toprakları gasp edilmiş nice insan… Neşesi ve hüznü iç içe. Bir taraftan, “Ne baharsın, yesene!” diye ünlüyor, evladını tatlı sert azarlayan adamın diliyle.

Telefonum sürekli çalıyor. Afganistan hakkında soru soran insanlar. Bir geçebilsem Afganistan’ı, göreceğim Gürcistan’ı ama ne çare! Bir insan Afganistan’a bulaştı mı iflah olmaz. Tüm telefonlar neyse de Afganistan’dan arayan arkadaşlarıma geri dönüş yapamıyorum. Kulağım, gözüm Reşit Amcada. Ama aklım git gelli. Sanki bitmeyen savaşı durdurabileceğim, sanki Afganistan’a kadın hakları götüreceğiz diyen insan hakları ihlalcilerinin ağzının payını vereceğim, sanki birilerinin Afganistan’ın ya da başka yerlerin özgürlüğünü dert ettiği var da… Gapa şu telefonu, diyor. Muhabbeti bölüyor! İnsanların ağzı torba değil ki gapasam Reşit Amca!

Baktım vakit ilerlemiş. Müsaade istedim. Olmadı, dedi Reşit Amca. Kalasın, burada yatasın, dedi. Ağlayasım geldi. Olmaz, dedim. Ama yine gelirim ben. Siz de gelin. İstanbul’da eviniz var gayrı, bilin, dedim. Bir selamla girdiğim evden eski akrabalarına kavuşmuş, Kırım’dan Sibirya’ya sürgünden geri gelebilen dostlarını görmüş bir adam gibi ayrıldım. Ana caddeye kadar yürüdüm. Tiflis’in kenar mahallelerinden birindeydim ve Muharrem’in 9. günüydü. Önüme bir Hüseyniye çıktı. Avlusunda mersiye okunuyor, yas sesi etrafa rahatsızlık vermesin dercesine mersiye sanki kulaklara, gönüllere fısıldanıyordu. Bense, Kerbela’da yalnız kalmış Hüseyin Efendimiz gibi, bu dünyada az kalmış kadim adamları ve hikâyelerini aramaya devam ediyordum.

Gerisini ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.

Gece karanlık ve yol uzundu.