Sevgili Murat,

Bilirsin, darda kalınca mezarlığa giderim. Mezarlık çok uzakta. Gidemiyorum. Elbet bir gün kahrımızı çekenler alıp mezarlığa götürürler cenazemizi. Madem mezarlığa gidemiyorum, içimde öldüremediğim, öte taraftaki dostuma varırım dedim, yine senin kapına geldim.

Geçenlerde Serkan, 'Ölümüz de malamat oldu' dedi. Salgında ölenler için cenaze töreni yapılmıyor. Kaçak göçek cenaze namazı kılınıp, ölülerimize birer numara veriliyor. Bundan sebep, yasımız bile yas değil işte. Sen gideli dünya fena halde malamat oldu.

Emin aradı. Sesi kötüydü. Anladım. Salgın ona da gelmişti. Tam da İbrahim abi öldükten sonra aradı. Bilirsin, Emin, İstanbul'a geldiğimde bana arka çıkan güzel insan. Ayda yılda bir görüşsek de onun burada olduğunu bilip pek kolay yıkılmam. Emin, İstanbul'da. Emin ellerdeyim, bana Allah'ı ve dostlarımı hatırlatan Eminim var, derim. Kötü oldum aradığında. Helallik için arar gibiydi. Dilim dolandı. Salgın süreci kötü geçiyordu. Boğazıma bir yumruk oturdu. Asım'ın ardından İbrahim abi de geçen sene buralardan elini, ayağını, soluğunu kesince, Emin de hasta olduğunu söyleyince elim ayağım buz kesti.

Amal Mahir'in Zaman adlı bir parçası vardı, hatırlar mısın?... Dostlar bu meclisten bir bir el ayak çekmeye başlayalı, zamanla ilgili şarkılar fena çarpıyor beni.

Sen gittiğinde üç kitabım vardı. Şimdi on iki kitabım oldu. Yaşasaydın en önce sen okurdun, biliyorum.

Mezun ettiğim öğrencilerim tek şiir yazmadığım halde benden ötürü "Bizim hoca şair" deyip tek satır kitabımı okumuyorlar.

Aynı fakülteden mezun olduğum Türkçe ya da edebiyat öğretmeni olmuş o kadar tanıdıktan biri çıkıp da kitaplarım hakkında öğrencilerine tavsiyede bulunmuyorlar. Nerede cetlerine söven, kendilerini aşağılayan yazar varsa ya da ezberlerinde kalan kitapları okutuyorlar.

Benimle çay içip, yemek yiyen, yol yürüyenler, dünyanın en ucuz kafalarından çıkan en pahalı kitaplarını alırken ıhh demezken, bir paket sigara parasına giden içli türkülerimi dinlemeye meyil dahi etmiyorlar.

Bak geçen gün ne oldu: Bizim Fatih var, eczacı. İyi çocuk. Dürüst muhalif. Zaman zaman konuşuruz. Ne yazdığımı, ne yaptığımı, nerelere neden gittiğimi sorar, muhabbet eder. İyi kitap okur. Dedim, sen benim yazıma da özüme de hürmet ediyorsun, sana kitabımı hediye edeceğim. 'Olmaz!' dedi. 'Bir yazarın kitabı hediye alınmaz, alınıp okunur hocam' dedi. Mahcup oldum. Onca sene yanımda yürüyen öğrencim, sevenim, öğretmen arkadaşım, iş arkadaşım, kitap okumayı seven nice tanıdık bana bu onuru yaşatmadı. İlla kendilerini yazarsam dönüp bakacaklarını kahve ağzıyla bol bol söylediler. Ve ne oldu biliyor musun? Öyle popüler, çok takipçili, gündemde olanlara değil, üzerimde hakkı olan, yaşı kemale ermiş insanlara gönderdim kitaplarımı. Yaşım ilerledikçe önümdekilere daha çok bakmaya başladım. Aslında biliyorsun, çok şey istemezdik. Çok şey istemedim. On kişi okusun yeter ki canımıza okumasın, derdik. Yine ordayım ama rahmetli İbrahim abi geliyor aklıma. İhtiyar Kitap Kafe'ye gelenlerin sosyal medyada paylaşmak için bol bol fotoğraf çekinip gittikleri, dükkânından kitap satın almayıp, indirim dahi yapmayan büyük kitapçılardan kitap satın alıp onların reklamlarını yapmalarından üzüntüyle bahsetmişti. 'Biz aksesuar gibiyiz Zeki' demişti. Fotoğraf karelerinde varız ama hayatlarında yokuz, demek istemişti. Benim yazarlık hikâyeme bakıyorum da aslında pek farkı yok İbrahim abinin dediğinden.

Kadir abi son kitabımı benden önce almış. İçlenmiş. Aradı, tebrik etti. Aynı tastan su içtiğin adamın seni anlaması, seni dinlemesi ne güzel. Bizim mahalle bakkalı İbrahim, her dem sorar Afganistan'ı, İran'ı, Kosova'yı... Muhabbet ederiz. Hocam, derneğe gel. Çocuklara da anlat konuştuklarımızı, der. O da okumuş kitabı. Ne yaptın hocam, diye mesaj yazmış: Böldün, parçaladın ciğerimi. Dedim, gönlü olan adam başka.

Yoruldum Murat.

Yurt dışında görevli olduğum ülkeye 15 Temmuz şehitlerini anma programına medyada çok sevilen bir arkadaş gelmişti. Türkiye'deyken selamımız vardı. Hatta oradaki arkadaşlara, tanışırız, iyi adamdır, demiştim. Geldiğinde tanımadı beni. Bir kaç fotoğrafını çektim, program arşivi için. Bu adam da hep fotoğrafımızı çekiyor yav, dedi. O program için iyi bir para aldı. Bizim çocuklar, hani tanışıyordunuz abi, dediler. Aynı türküyü söylemediğimizi geç anladığım o kadar çok kişi var ki maalesef bizim kitabımızdan oltalarına cümleler takıyorlar. Profesyonel olamadık işte Murat! Kurban, diye diye anlatıyorlar evliyalar tarihinden hikâyeleri ve hikâyelerimizin üzerine basıp geçerek o yoğun yalan isteyen kitleyle kucaklaşmaya koşuyorlar.

Biz bozkırda adamın da kadının da bağrı yufka olanlarını gördük. Bozkırın hem yara hem deva olduğuna şahit olduk. Ne bileyim insanların malamat olduğu zamana bıraktın bizi. Sözün kıymetinin gittiği, insanların gözleriyle, görüntüyle, gördüklerine inandıkları, gördüğünü var kabul ettiği zamana bıraktın bizi. (Hazreti Ali Efendimiz'in "Görmediğime inanmam!" dediği nerede, bunların gördükleri nerede?..)

Diyorum ki, otur mektup yaz. Gönlüyle okuyabilene yaz. Ondan gayrısına sözünü ziyan etme. Biliyor musun, gayrı söze itibar etmeyen, yazıya gönlüyle bakmayan, okuyucusuna Şems gibi, Mevlana gibi bakmayan adamları değil de gönlünden öyle tarla bağışlarmış gibi selam veren, kıyıda, kenarda kalmış ama hakikaten insanca, dostça, seni görünce bütün azalarıyla dönüp bakan yazıcıları okuyorum. İki öykü yazmış solcu, kaypak sağcı, geçici İslamcı, küfürbaz, aylak adamların öykülerini tahlil eden, allayıp pullayıp satan bir öykü eleştirmeni vardı. Hani gözü görür de ayağının gözü yerdeki karınca yuvasını görmez, basıp gider ya. Öyle bir adamdı işte. Ondan ders aldım. Yere bakıp yürüyorum. Hani sen de bilirsin, o zamanlar bacı dediğimiz bir yazar kadın vardı. Aslında alt tarafı feminist bir yazardan öte olmayan bir kadın. İbrahim abinin ölümü üzerine ürkütücü ve vicdandan yoksun mesajlar yazdı. Ondan da ders aldım. Başladığımız yere dönüyorum Murat.

Seninle başladığımız yer, söze kulak değil, can kulağı gerek, dediğimiz yerdi. Hem derdin ya "Türkünü söyleme dostum ne inleyen ne anlayan çıkacak!"

Haklısın, madem bir türkü bulduk, bunu tekrar tekrar dinleyeceğiz. Belki de türküye dönmek dedikleri şey olacak. Kurtla yiyip, çobanla ağlaşanların dünyasından -Allah'ın bir bildiği vardı ki seni erken aldı- seni daha fazla rahatsız etmeyeyim. Kusuruma kalma. Ahmet'in dediği gibi, sevdiklerimizin çoğu o tarafa geçti. Ne yapayım, ben de sana döktüm içimi.

Mekânın cennet, makamın âlî olsun.

Yağmur yağıyor gecenin şu vakti İstanbul’a. En güzel türküyü bir kurşun değil, yağmur söylüyor dostum. Allah'ın göklerine bakmayı kesince insan, insanların kahrında boğuyor kendini.

Ve şimdi yağmura yaslıyorum başımı.

Şükür, eve ve türküye dönüyorum.

Neşet Ertaş söylüyor: Hata benim, günah benim, suç benim...