Tarihi çok eski olmayan, bugünlerde kendi inanç ve değerleriyle iftihar edenleri yaralayan çok ciddi “kendine yabancılaşma” örnekleriyle sarsılıyoruz…

Yabancılaşma/kendisiyle uyumsuzluk genellikle sömürge insanlarına ait bir “ruh bozgunu”nu ifade eder…

Fakat hiçbir zaman postallar ya da kolonyalizm altında sömürge yüzü görmemiş bu milletin içinden de ne yazık ki, Batı’nın asimilasyonuna gönüllü kişiler çıkmıştır…

Toplumsal değerlerini, inançlarını bir “yük” olarak gören bu kendiyle uyumsuzlar, içine girdikleri kompleksle, özendikleriyle “aynılık” kurmaya ve onlardanmış gibi yaşamaya başladılar…

En büyük demagojik aldatmacaları kendilerine yaparak önce kendilerini yabancılaştırdılar, sonra da başkalarını…

Çünkü beyinleri yıkayabilmek için önce kendi beyinleri yabancı sularla yıkanmalıydı…

Değerlerine karşı ağdalı adımlarla gidenler, Batı için koşmaktan, fedailik yapmaktan asla imtina etmediler/etmiyorlar…

Zaman zaman siyasetçi, asker, yazar, gazeteci, sanatçı görünümünde ve esaretinden habersiz kendisini “özgür” gösteren bu zihniyet, güç elde ettiğinde ciddi toplumsal erozyonların, dramların aktörü haline gelebildi maalesef…

Yansımalarını II. Abdülhamit’e yapılanlardan başlayarak Takrir-i Sükûn, 60 Darbesi, sonrasındakiler ve 28 Şubat’la zirve yapan büyük ve temel kırılmalardan açık olarak anlayabiliriz…

Bedenleri değil ama zihni ve ruhu müstevliler tarafından istila edilmiş acınası, ruhu bozgun yemiş kendine yabancılar, tıpkı gerçek sömürgelerdekiler gibi, sömürenlerine âşık olup, onlardan olurlarsa kurtulacaklarını, onlar tarafından değer göreceklerini düşündüler…

Fakat bunun olabilmesi, müstevli-istila arasındaki gerçek ilişki sebebiyle asla mümkün olmadı/olamazdı…

Çünkü istilacı, istila ettiğini kendine benzeterek avantajlı durumunu riske etmez/etmedi; zira o durumda istila diye bir şey kalmazdı…

Tıpkı sömürgecinin, sömürgeleştirdiğini kendi konumuna yükseltmesi durumunda bir “sömürme”den bahsedilemeyeceği gibi…

Sömürgecilerin gittiği yerlerde kiliseyle gerçekçi bir işbirliğine gitmek istemeyişinin altında yatan temel sebep de bu olmuştur…

Sömürgeci kendi ülkesinde demokrasiyi savunurken, sömürdüğü ülkede buna çıkarlarını tehlikeye sokacağı için asla müsaade etmeyeceği gibi, keskin bir “ırkçı” olarak sürekli tepeden bakarak üstünlüğünü her gün perçinlemek zorunda hisseder…   

İnançdaş birini sömürmek diğerine göre çok daha zor olacağı için bunu da yapmaz; kaldı ki onun dışında da dışlamayı ve sömürmeyi kolaylaştıracak hatta meşrulaştıracak eşitlenemeyen -ırk gibi- pek çok farklılık varken…

Bu bozgun yemiş ruhun iyileşmesi -gönüllü olduğu için- sömürgedekinden çok daha zordur; yaşananlar bu tezi doğrular…

Son zamanlarda dini ile ilgili “ezik” olanlara Olivier Roy ile cevap vereceğim: O, “Laiklik toplumu motive etmekten yoksundur. Bunun için de herhangi bir sıkıntı karşısında toplumu harekete geçirmek için riyakârlık yaparak din ya da milliyet duygusunu göreve çağırır” diyor…

Hatta bu eleştirileri, hakaretleri yapanlar bile -bu akılla farkında olduklarını hiç zannetmiyorum- kendilerini motive etmek için mutlaka bu türden bir şeye sarılmak zorundalar...

Boşlukta kalarak, güvende hissedemezler çünkü...

Hiç bir millet de böyle bir ruh bozgunuyla ayakta kalamaz...

Dinlerine bu kadar kindarlar olanlar, dinin ne olduğunu ve neye tekabül ettiğini, dünyanın her yerine bakarak görebilirler...