Çok ses var her yanda, çok fazla yüz ve çok fazla yabancılık var. Aynı anda aynı yerde olan onlarca, yüzlerce insanız ama kimsenin kimseden haberi yok. Kimse kimsenin farkında değil. Yokmuş gibi, olmamış gibi, görmüyormuş ve duymuyormuş gibi yaşayıp da duruyoruz.

“Biraz yavaş” diyesim var mesela benim. “Durun, biraz yavaş değişsin her şey, zaman bu kadar hızlı geçmesin, her şey bir anda değişmesin” diyesim var. Bu kadar çabuk ve bu kadar hızlı oldukça aynen teoride olduğu gibi hızla giden bir trenin içindeymişçesine gözümüzün önünde olan hiçbir şeyi fark edemiyoruz. Fark edemeyince göremiyor, göremeyince sevemiyor, sevemeyince mutlu olamıyoruz işte. Oysa bütün bu aceleden uzak, biraz aheste biraz seyrinde ve olması gerektiği kadar bir hızla yaşayabilsek ve fark edebilsek esen rüzgârı, ağaç yapraklarının seslerini işitsek motor sesleri yerine, başımızı kaldırınca gökyüzünden aşağı sallanmış gibi duran beton yığınlarını değil de bulutları görebilsek, bir nefes çekince içimize türlü zehir değil de şöyle güzel bir toprak kokusu dolsa genzimize. Sonra yüzlerini görebilsek insanların, gözlerine bakmadan konuşmak yerine gerçekten görsek birbirimizi.

Bu kadar aceleyle yaşamasak yani, biraz yavaşlasak, biraz sakinleşsek ve anlasak yaşadığımızı.

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir

Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat

Böyle diyor şair ve bence çok da güzel söylüyor ama bir “mübtela-yı gam” bulsam vallahi soracağım “bu geceler kaç saat?” diye. Zira kimsenin derdini çekmeye bile vakti yok gibi geliyor bana. Abi adam gece boyu ne bileyim aşk derdini çekse de sabah erkenden kalkıp güneşi görmeden daha işine gidecek, bir saat trafik çekecek… sonra bir de gelip de geceler kaç saat diye sorunca ben cevap verecek. Yok abi, olmuyor işte bak. Zaten bunun için eski güzel, eski şiirler bu yüzden gerçek.

Bu yaşadığımız çağı tabir edecek olsam, bir kelimeyle anlatsam muhakkak o kelimelerden bir tanesi “acele” olurdu. Bu çağda yaşamak hep acele etmek demek gibi geliyor zira bana. Hep bir yerlere yetişmek zorunda, hep bir şeyleri yetiştirmek zorunda ve hep iki zaman dilimi arasında sıkışıp da birinden ötekine geçmek için çırpınan insanlarız sanki.

“Acele” Arap asıllı bir kelime. Her ne kadar artık dilimize yerleşmiş olsa da Türkçe de tam karşılığı ivedi. Tam Türkçe bir kelime. Hızlı, çabuk vs. gibi kelimeler de tam karşılamıyor aslında. “Acil” kelimesi de aynı kökten geliyor. Kelime biraz yumuşarsa “ecel” oluyor; ki o da Arapça kökenli. “Acele giden ecele gider” denmesi boşuna değil belki de. Ama bu kadar acelenin kime ne faydası var onu da bilmiyorum.