Selam ve dua ile…

Okuyan insanları vallahi seviyorum!

Sevgili okuyucu,

Sana kimden selam vereceğim? Bilmiyorum. Orada bir yerlerde olduğunu biliyorum, başka da bir şey bilmiyorum.

Sana onca güzel, deli, meczup, önemli (değerli) adamlardan havadis verdim. Kitaplarını okuduğum, çizgilerini izlediğim, sözlerine ve eylemlerine vurulduğum insanların ferah dünyasından haberler uçurdum. Bir delinin o dellenmiş yüzüne sinen hüzünden alıp gönül sofrana aşure niyetine bıraktığım zamanlar oldu.

Bana bu dünyadan müzik, deliler ve sıkı dostların hikâyeleri sevdirildi. Sana neler sevdirildi, inan bilmiyorum. Yazarken senin sevdiklerini belki de pek hesaba katmadım. Bir yürek atımı ötemde durup ekrandan, kâğıttan kelimelerimi uç uca bağlayıp anlattıklarımın dünyasına göz attın, bazen de bir bakışla yeni aşklara gönlünü saldın. Aliya, dedin; Hasan Aycın, dedin; Kemul ile ağladın, Çita ile sokakları arşınladın… Bilmiyorum. Belki de yazıcıdan çıkınca kahramanlar senin gözünde daha bir başka güzelleştiler. Okuyucunun gözünü seveyim, dünyada sevilesi gözler; annenin gözü, sevgilinin gözü, çocuk gözleri, suyun gözü, okuyucunun gözleri… Bu çizgiyi uzat uzatabildiğince. En çok da “gözünün nûrunu işine akıtan insanların o öpülesi gözleri” olsa gerek.

De ki bana: Dünyada gidilecek çok yer var. Okunacak çok kitap var. Dinlenecek ve sevilecek çok insan var. Uzakta değil, tam da yanı başında mutlu olacağın uğraşlar var. Dünyada devrim var; güneşi ısıtacak denli sıcaklıkta kalpler var! Ve kalp Allah’ın evidir; yıkma sakın insan kalbini, diyen Aleksi Zorba gibi bir gülümse, ne dersin?! Bayram değil, seyran değil; neden güleyim? Evet, bayram da değil, bir şenliğin seyranında da değiliz. Ve dünya her zamankinden daha yoz bir yer! Bunu bilmiyorum; biraz hissediyorum. Bak, Behlûl Dâna geldi aklıma! Hani Harun Reşit zamanında yaşamış olan o dünyanın en güzel meczubu. Çöplerle, mezarlarla, gökyüzüyle, cehennemle konuşan; daha sonra da insanların hırsını susturan cümleleri deli avaz bir dille seslendiren adam geldi aklıma. O da bu dünyada yaşamıştı sanırım. Ne büyük şeref; onunla aynı dünyanın tozunu attırıyoruz. Ne büyük keder; onun sözleri tüm zamanları ırgalıyor! Duymazlıktan gelmek ne mümkün!

Harun Reşid, Behlül Dâna’yı huzuruna çağırtır. Kendisine cuma namazlarına neden gelmediğini sorar. Behlül Dâna “Önümüzdeki cuma namazına geleceğim” cevabını verir.

Vaaz, hutbe derken Harun Reşid’in imamlığında namaz başlayınca Behlül Dâna’da bir kıpırdanma başlar. Sonunda Behlül Dâna dayanamaz cemaat ikinci rekâta başlarken camiyi terk eder.

Namazdan sonra durum halifeye bildirilir. Harun Reşid sinirlenir ve Behlül Dâna’yı tekrar huzuruna çağırtır. Namazı neden terk ettiğini sorar. Behlül Dâna “Tekbir alırken bir ülke fethetmeyi düşündün, Fatiha okurken ordunu topladın, rükûda savaşı yaptın, o ülkeyi fethettin. Birinci secdede kıralı öldürdün. Kralın kızı canını bağışlaman için yalvararak ayaklarına kapandı… Buraya kadar anlattıklarım doğru mu?” diye sorar. Harun Reşid, “Evet, tam olarak doğru” cevabını verir.

Behlül Dâna, “İkinci secdede kralın kızını nikâhladın, sarayına getirdin. İkinci rekâtta odanıza geçtiniz… Eh artık bana da karı kocayı yalnız bırakmak düşerdi!.. Namazı bu sebepten terk ettim!” cevabını verir.

Hani cemaatle hareket etmek iyidir, denilmişti ya. Eyvallah! Cemaat varsa ve de imam kavlince görülen “ağabeyler” namazda zifafa durup cemaat önünde cima etmiyorlarsa.

Daha başka bir menkıbe var. Öyle ki sanırım büyüklerin kullanmayacağı kelimeler, içerisinde ayıp kelimeler geçtiği için anlatmamayı düşünüyordum. Sonra, madem Behlül Dâna söyledi, ar ile alakalı değil; izan ile alakalıydı da söyledi. Ben de nakledeyim:

Behlül Dâna’nın yaptıklarından usanan Bağdatlı bir kısım ehl-i huzur, ehl-i keyf Halife Harun Reşit’e, “Aman bizi bu meczuptan kurtar!” diyerek dayanırlar sarayın kapısına. Bunun üzerine, sürekli Behlül’den şikâyetçi olan insanlardan bunalan Harun Reşid, Behlül Dâna’yı saraya buyur eder: “Artık bu sarayda yiyip, içip, yatacaksın. Bir dediğin iki edilmeyecek. Bana nasıl hürmet ediliyorsa sana da aynısı yapılacak” diyen Halife’nin sözleri üzerine insanın gözünü dahi doyuracak denli bir sofra kurulur. Behlül Dâna yemeklerden afiyetle yer. “Bana biraz müsaade” der ve hacetini gidermek için kalkar. Geri döndüğünde Halife Harun Reşit: “Nasıl, sofrayı beğendin mi? Her gün böyle sofra kurulacak önüne…” deyince, Behlül Dâna, o mübarek ağzını açar: “Dün akşam bir fakirin evinde geceledim. Akşam sofrasında bir tas çorba içtim. Biliyor musun o yemekten sonra da bu yemekten sonra da hacetime baktım, ikisi de aynı! Nihayeti aynı olduktan sonra ha sarayda kalmışım ha fakirhanede… Sarayında kalamam!” der ve çekip gider.

Aleksi Zorba: İnsanlar yediklerini üç şeye çevirenler diye ayrılır; birincisi, yediklerini tuvalete öğütür; ikincisi şevk olur, aşk olur, iş olup çıkar meydana; üçüncüler ise yediklerini inanca, tanrıya dönüştürenlerdir, der.

Behlül Dâna’nın üçüncü menkıbesini kendime saklıyorum.

Zorba ve Behlül Dâna bir noktada birleşiyorlar; yediklerini birinci taifedekiler gibi öğütenlerden kaçıp Allah’a (cc) sığınmanın yanında yerlerini alıyorlar. Zorba, ikinci taifeden olduğunu açıkça söylüyor. Behlül Dâna ise üçüncü taifeden lakin bunu nefsine de insanlara da asla söylemiyor. Şahsen ilk taifeden olmayım da bari toprak olayım, diye dua ediyorum.

Ey sevgili okuyucu; Behlül’den rahatsız ehl-i keyf Bağdat eşrafı gibi orada durmayacağını, gerektiğinde sarayın kapısını kıracağını, sana namaz kıldırmak yerine zifaf hallerini gösterenleri rezil edeceğini biliyorum.

Mektubuma son verirken çok iyi bildiğin bir sözü hatırlatmak istiyorum sana: Yoldan önce yoldaş, demiş büyükler. Allah seni şaşkın ve öğütücü yoldaşlardan, mahallesine bigâne şair ve yazarlardan korusun/sakınsın/saklasın.

Çünkü kalbinin değerini bir tek o biliyor.

Çünkü senin kıymetini bir tek o biliyor.

Çünkü senin ne olduğunu en iyi o bildiği halde seni seviyor.

Kullar seni sadece görüyor: Ya sevmek ya da sövmek için!

İnanmadığı şeriatla insanları yargılayan ne çok kul var dünyada. İnansan dahi yargılama dostum!

Ayaküstü yaşadığımız bir hayatta durduğumuzda kem olanı söylemek için durmayalım be dostum!

Ayaküstü canına okuduğumuz bir hayat var… Sahi, o muhteşem hayat, sizin de içinizi acıtmıyor mu; heba ederken?

“Size yalan söylemedim ki neden dinleyesiniz?” demiş bir büyüğümüz. Size yalan söylemedim ki…