İnsan ya da toplum hayatını ilgilendiren hiçbir şey “Uzun Tarihin erozyunu”ndan kaçamaz; “Neredeyse kımıldamayan tarih”i temsil eden coğrafya bile…

Görece izahı daha kolay görünen iklim ve tabiat hadiselerinin sebep olduğu coğrafi erozyonun dahi pek çok sebebi varken, toplumsal hayata dair olanların dünden bugüne aktarımında yaşanan zihinsel erozyonların ne denli sayısız sebebi olabileceğini kestirmek hiç de zor olmasa gerek…

Uzun Tarihin tahrip ettiği şeylerin nitelik yönünden tam ve hakkıyla bilinebilmesi izahtan varestedir bana göre; nicelik yönünden ise en kolayı, “sayısız” denilebilmesidir…

Çünkü niteliğin hakkını verme konusundaki acziyet diğer noktada, “tahrip edenlerin kesin sayısını verememek” olarak kendini gösterir…

Tarih-yazı ve elbette tarih-söz arasındaki ilişkinin tarihini iyi izlediğinizde bile yaşanan hafıza erozyonları hakkında çok ciddi bir tahmin kabiliyeti oluşabilecektir…

O zaman kayıtla hiç buluşamamış hayatların, şimdinin insanı için “aslında hiç yaşamamış” oldukları gerçeği ile yüzleşmiş oluruz…

Söze düşmemişlerin hali de farklı değildir; söze düşenlerin dilden dile aktarılırken uğradıkları erozyonlar sebebiyle oluşan -en azından- var-yok arası halleri bile yoktur onlarda…

Yazıya ya da söze hiç girmedikleri için izini süremediğimiz hayatların “yok” olarak algılanması karşısında, yazıya ya da söze girenlerin çok büyük avantaja sahip olduklarını düşünmek, yine başka bir usul bilmezliğin göstergesidir…

“Uzun tarihin erozyonu” karşısında direnme gücü en yüksek dini inançlar bile, yeterince korunaklı olamamıştır; ortaya çıkan sınırsız hatta neredeyse her inancın, mensubu kadar farklı yorumu, bunu yeterli izahıdır sanırım…    

“Çizgisel zamanın kurmacası”nın kıskacından kurtulamayan “kayıtlı tarih” çalışmaları ise tarih-yazı ve yazan ilişkisinde bambaşka tahribatlara uğruyorlar; tıpkı tabiatın karşısında aşınmaktan kaçamayan sert kayalar gibi…

Michel de Certeau’nun: “Tarih yazmak aslında gizlemektir” sözü bu zeminde çok derin manaları ve mülahazaları taşır bağrında…

“Tarihi kimin yazdığı, kimi ve nasıl, ne amaçla yazdığı” gibi didikleyici soruları, elinize aldığınız her metne sormanız gerekir…  

Taşlara bırakılan izlerin ya da batan şehirlerin binlerce yıl sonra ortaya çıkan halleri bile, bir arkeoloğun “yeniden inşa” eden yorumlarının ötesinde değildir; her türlü övgüyü hak eden kazı çalışmalarının büyüklüğüne sözümüz olmasa da…

Ne yazık ki her nesil kendinden öncekilerin hayat hikâyelerini her dönemde -iyi ya da kötü niyetli- kendi inanç ya da çıkarları doğrultusunda yeniden yazmıştır…

Ve kayıtlar ne kadar geriye tarihlenmiş ise o tarih, çarptığı her nesille yeni bir yön kazanmış ve referans noktasından o denli sapmıştır…

Ya geçmişteki olaylara bugünün şapkası giydirilmiş ya da bugünkülere geçmişin; müzmin bir anakronizm ya da vigizm hastalığı her dönemin canını yakmıştır…

Her kuşak -doğru ya da saptırılmış olarak- tarihi bir “meşrulaştırma” aracı olarak kulandı maalesef…

Bu, şimdinin de can yakan hastalığıdır…

İşte bu hastalık bugünde gözünü en önemli tarihi şahsiyetlerimizden Fatih’e dikmiş, şahs-ı manevisini erozyona uğratma çabasındadır…