“Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır” demişti Sezai Karakoç. İnandım.

Yedi dilsiz ulak bir beyaz deve ve devenin üzerinde Hz. Ali’nin naaşı. Rivayet böyle. Kimi der ki o beyaz deve Necef’ten öteye gitmedi. Kimi der ki bozkırın tam kalbine, bugün adı Mezar-ı Şerif olan Belh diyarına vardı. Necef’teki kabrinde Sultan Melikşah’ın, Belh’teki makamında ise Sultan Melikşah oğlu Sultan Sencer’in gözünün nuru vardır. Yedi dilsiz ulaktan biri de ben olaydım!

Gelen her misafiri kabre götürdüm. Burası makamdır, lakin benim gönlümde Ali Efendimizin burada yattığına imanım tamdır, demekten de geri durmadım. Gün geldi, Mezar-ı Şerif’ten ayrılık vakti geldi çattı. Ensari ailesi kabrin mihmandarı idi. Zalmay Ensari, siz Sehi’yi seversiniz, isterseniz hazireye inelim, dediğinde ruhum Ravza’daki o beyaz güvercinler gibi havalandı. Hazireye girişten çıkış anına kadar zihnimde arılar uğuldadı. Derin bir Kadiri zikri başladı. Her aklıma düştüğünde, nerede olursam durup kalıyorum. Orada, çölün ortasında, şehrin tam kalbinde, yemyeşil bir bahçede Ali Efendimizin kokusu…

Kosova hakkında roman yazdım. Hem de Kosova’ya gitmeden. Kosovalı dostlarım Priştine ya da Prizren’de yaşamadan bu kitabı yazmış olamazsın, dediler. Evet, iki şehri de haritadan ve belgesellerden biliyordum. Aknehir boyunca yürümüş, kaleye tırmanmış, Sinan Paşa Camii’nde sabah namazına durmuş, Bayraklı Camii’nden bir kadim dostu ahrete uğurlamıştık. Sanki. Oysa hepsini kitabı yazdıktan sonra yaşadım. Ve kabristana gittiğimizde… Prizren şehir mezarlığına giderken sarık başlarıyla Osmanlı mezar taşlarını gördüm. Etrafı duvarla çevrilmiş, Asri Osmanlı Mezarlığı olarak ad verilmişti. Adeta şehrin kadim bekçileri gibi duruyorlardı. Şehir mezarlığına vardığımızda mezar taşlarındaki isimler o kadar tanıdıktılar ki oturup onlarla konuşasım geldi: Cemil, Mehmet, İsmail…

Köyümüze her gidişimde dedemi ve ninemi ziyaret ederim. Bizim kuyunun suyunu çok severlerdi. Şebeke suyundan değil, kuyudan kovayla çektiğim sudan götürürüm onlara. Yanımda ya benim küçük kız ya da haylaz yeğenim olur. Mezarların üzerindeki otları koparır, ihtiyarlarla sohbet ederiz. Kızım da yeğenim de alıştılar. Mert, nineme “Goca Ebe nörüyon?” diyor her varışımızda. Orada okuduğum Fatihaların hatasız olduğuna inandım. Mezarlıktan çıkarken sanki ardımda gözü yaşlı ama gülümseyen iki ihtiyar bana el sallıyormuş gibi geliyor.

Sümbül Sinan Hazretleri’nin kabrinin de olduğu bir ferah avlu vardır Kocamustafapaşa’da. Sanırsınız İstanbul’dan ayrı bir gezegene varmış gibi olursunuz. Elbette Sümbül Sinan Hazretleri’nin manevi kokusu var ama o bahçeye her girişimde yüreğim titrer. O bahçede iki güzel kızın kabri, ebedi istirahatgahı vardır. Hz. Hüseyin Efendimizin küçük kızları Sakine ve Fatıma’nın gültenlerinin kıymetlendirdiği mezarları vardır. Şövalyelerle evlenmemek için ettikleri dua kabul olmuş ve gencecik yaşlarında pak ailelerine kavuşmuşlardır.

Gelgelelim bir yağmurlu sonbahar günü Eyüpsultan sokaklarında avare avare dolaşan o delikanlının derdine. Yıllar önceydi. Hangi arabaya bindim, neden, nereye, nasıl gittiğimi bilmeden Eyüpsultan’a varmışım. İstanbul’un gökleri yarılmış, gök ağlamıyor, içinde ne varsa şehre şelale gibi akıyordu. Bugün bile bilmiyorum ne niyetle vardım, dünyanın gelmiş geçmiş en kutlu mihmandarının karşısında durmuş, sanırım ağlamıştım. İnsanlar saçak altlarına kaçışan kuşlar gibi duldalar ararken varıp huzurda durdum. Hatırladığım, o gece vakti yağmur devam ederken Haliç kıyısında iç çeke çeke ağlayıp epey yürüdüğüm ve kuş gibi hafiflediğimdi.

Eyüpsultan gündüz panayır yeri gibi olur. Gelen, giden bereketlidir. Ama yatsı namazından sonra insanlar, özellikle ziyarete gelenler geri çekildiklerinde kimler kalır? Meczuplar, dilenciler, evsizler, Eba Eyyüb el Ensari’nin iflah olmaz sevenleri. Bahçedeki yaşlı çınar ağacının her bir duldasında bir başka garip adem evladı görürsünüz. Zaman zaman, insanlar el ayak çekip üç beş mahbubun kaldığı o geç vakitlerde uğrarım Sultan’a… Şehrin, ülkenin yöneticisi kim olursa olsun, gönüllere ve şehre mührünü vuran Eyüpsultan’dır. Hani şoföre “bu araç Eyüp’e gider mi”, denildiğinde, “Yok kardeşim, Eyüpsultan’a gider!” dedikleri yerde, Hz. Peygamber’e (sav) ev sahipliği yapmış olan, dünyanın en kutlu mihmandarının toprağı vardır orada. O toprağa Hz. Muhammed’i (sav) görmüş gözler defnedilmiş ya!

...

Evet, kabirlerden medet ummaya inanalım, diye yazmadım bu yazıyı. Biz, ölüleri ve dirileriyle bir olan insanlarız. Ölümün sadece bir geçiş kapısı olduğunu bilenlerin vazgeçtikleri için; âlem birbirini kesmeye devam ediyor.

Evet, dünyaya gelmek saldırıya uğramaktır! Ölülerimiz bize hem tahammülü hem vazgeçmeyi hem de geçici olanı fısıldıyorlar…

Bir gece vaktiniz olursa Eyyub el Ensari’nin kabrine uğrayın. İnanın oradaki o tutunamayan, dünyanın kıyısındaki insanların bir nazarında devasa bir ummanın kapıları açılacak önünüze.