Bu yazıyı 1994 yılından bugüne kadar yazmayı erteledim. Ola ki yanılırım, iyi bir şey olur, Hababam Sınıfı Zühtü Hoca'yı ti’ye almaktan vazgeçer, Ahmet'i  ezmekten utanır, bir kere olsun empati kurar, Mahmut Hoca her ne kadar düzen sağlayan babacan adam olsa da Demirel olmaktan vazgeçip Zühtü Hoca'yı suçlu duruma düşürmek için Atatürk'ün ardına saklanan Hababam Sınıfı'na bir kez olsun "Ayıp ya hu!" der, diye beklemişim; boşu boşuna.

Neden 1994? Malum, İstanbul'a yağmur yağıyordu ve seçimlere kadar Tayyip Erdoğan hangi TV kanalında konuşursa konuşsun karşısındakiler müstehzi bakışlar atıyorlardı. Her Tayyip Erdoğan tartışmasına mutlaka "Şeriat mı geliyor?" sorusu sıkıştırılıyordu.

Şeriat gelmedi. 25 yıldır da bilindiği gibi sağın çatı hareketi olarak devam etti ve yanına sağdan olmayan unsurları da aldı. Aslında kabul edilmese de Cumhuriyet tarihinin en kapsayıcı oluşumu meydana geldi. Hatta, İslamcılığın devletçiliğe evrilmesine bile sebep oldu. Her dinden, ırktan, mezhepten, ekonomik sınıftan destekçiler buldu. 2010'lara gelindiğinde ise siyasal olarak iyice güçlenen hareket içerisinde farklılıklar ortaya çıktı. Gücü bir şekilde isteklerine göre şekillendiren kurmaylar ortaya çıktı. Arap Baharı ve iç siyasi dengelerde sapmalar... Şampiyonlar Ligi’ne çıktık; çıktığımıza bin pişman olanlar oldu. Aman, pişmiş aşım, ağrısız başım, diyenlerin sesi epey duyulur oldu. Sesi çıkmayanlar; şükür namazları kıldı...

İşin bilinç ve edebiyat tarafına döneyim; Ahmet'i kendine benzetmek için uğraşan Hababam Sınıfı bir yandan da Zühtü Hoca üzerinden geçmişinden iğrenmekten vazgeçmedi. Bir kere olsun Zühtü Hoca'ya hoca nazarıyla bakmadı. Barışmak, anlamak istemedi. Akıl seviyesini belli kelimelerin dışına çıkarmaya cesaret edemedi. Belki de akıl seviyesi o kadardı. Üç Farsça kelime duyup, iki Arapça kelime söyleyince Türklükten çıkacağını zannetti ama Türklüğün de ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Yabancılaşmaktan bahsederken, “İngilizce bilmiyor işte!” deyip gavurcadan medet ummanın Türklüğe zararı yoktu tabii. Sıkıştığında Gençliğe Hitabe'yi okudu. Şimdi ise Andımız’ı söylediğinde Türklüğünü ispat ettiğini zannediyor. Oysa Ahmet; önce Çekmeköy İlkokulu’nda öğretmen oldu, ardından Afganistan'ın güneyinde, Ürdün'de, İran'ın Türkmensahra'sında, Karadağ'da kendini Türk belleyen Boşnaklar’ın yanında, İdlib’de, Moldova'da görüldü.

Hababam Sınıfı çekildiği yıllarda da şimdi de fark etmiyor; Zühtü Hoca'nın da Ahmet'in de temsil ettiklerine saldırmak hiçbir zaman saldırı olarak kabul görmedi. Tahrik olarak nitelendirilmedi. Zira hak etmişlerdi. Biri tarihi geçmişiydi; bir diğeri geleceğiydi; oyunu kuralına göre oynamış ve o sınıfa girmişti.

Hababam Sınıfı matraktır. Yani hani o kültürel iktidar dediğinizdir. Kültür ve sanatı kendinedir. Kendinden olmayanı aşağılayan ve ezmek için fırsat kollayan ucuz bir ortaoyunu dili... Rahmetli Rıfat Ilgaz kimi sembolize etti bilmem ama gün geldi Zühtü Hoca, Erbakan; Ahmet, Erdoğan oldu nazarında, ekmek elden su gölden yaşayıp giden ve sürekli sınıfta kalan Hababam Sınıfı için.

Ahmet de Zühtü Hoca da hep savunmada kalmalıydılar. Oysa Hababam Sınıfı'nın bilmediği bir şey vardı;  Okul çok eski. Gidenler görmüşlerdir. Adile Sultan Kasrı sürekli restore edile edile bugünlere geldi. Mahmut Hoca bir kere bypass yapıp eski öğrencisinden kurtarsa da bina çok yaşlı. Yenilenmesi gerekiyor. Güya Hababam Sınıfı devrimcileri sembolize eder ama hiç devrim yapıp, müceddidlik yaptıklarını da görmedik. Belki de Türkiye'nin en mutaassıp kesimini temsil eder kopya çekme üstatları.

Neyse kışın sonu bahardır; martın sonu değil. Ahmet, bir yıl boyunca kendine eziyet eden ve bir kere olsun empati kurmayan Hababam Sınıfı'nın taşın altına ellerini soktuklarını gördüğünde içinde bir gram düşmanlık kalmaz. Okul binasını birlikte yapmak için gelen arkadaşlarının tüm kötülüklerini unutur. 

Bu yazı bitmedi. Umarım yazmam da... Ne diyelim Ahmet'in hakkını alıp güçlü gördüğünü beslemekten vazgeçer... Umarım Hababam Sınıfı insan kalmayı tercih eder; sınıfta kalmaz.