Hastane önünde bekleyen insanların çaresizliğini az çok hepimiz biliriz. Ama asıl hastanenin içinde olan bilir o çaresizliği.

Aslında Hepimiz bir hastanenin önünde duruyoruz. Hastalığın verdiği kederle her şeyden geri mi duralım? Duramayız.

Dün bir okuma atölyesindeydim. Severek kitap okuyan insanlar gördüm. Okudukları kitaplardan özel buldukları satırları paylaştılar. İlk okumalarım düştü aklıma. Her kitapta başka bir dünya, her kitapta yeni hayatlar... Ben okurken bilgi edinmek için okumadım. Bak benim için hep bir tecrübeydi. Halit Ayarcı’nın yanında heyecanla yürüdüm. Alyoşa’ya her baktığımda boğazıma bir yumruk oturdu, ağlamak istedim. Anna Karenina o tren yolunda yürürken yüreğim parçalandı. Francesco dağ yolunda yorulduğunda ben de yoruldum. Poul Muaddib çölü ilk gördüğü gün yanındaydım... Bu liste uzar gider.

Roman kahramanları dışında bir de gerçek kahramanların var. Dünyanın başka yerlerinde, başka hikâyelerin içinde, bana ölümsüz gibi gelen ölümlü kahramanlarım...

Çok zaman ihmal ettiğim kahramanlarım, dostlarım, arkadaşlarım, yazarlarım var.

Biz, bizden olanı okumuyoruz.

Biz, hikâyemizi okumuyoruz.

Biz, birbirimizin canını okuyoruz.

İsmet Özel gep haklı çıktı: Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız. Başkalarının hikâyeleri ile başlıyor hikâyemiz. Hatta başkalaştığında, ötekileştiğinde okuyoruz arkadaşlarımızı. Kim bize yabancılaşırsa kıymete biniyor. Değerleniyor. Oysa yanımızdayken, aynı dili konuşurken, derdimiz bir iken okumadığımız, dinlemediğimiz insanların suçu neydi?

Cemil Meriç’in dediği, sağ okumaz, sol tersten okur halleri de kaldı.

Önümüzdeki günlerde, ömrüm vefa ederse; Güray’ın romanını, İsmail’in şiirini, Hüseyin abinin denemelerini, Mehmet’in aforizmaları, çok konuştuğumuz ama tek satır yazı yamadığımız, hatta okumadığımız “Ya hu bizden” deyip asla anlamaya cüret etmediğimiz yazıcıların hikâyesini yazacağım.

İnsanoğlu tuhaftır; seveni değil de söveni dinler. Bu en çok da aynılaştırmak, herkesleştirmek, kendinden olanı değersiz girmek, kendini sevmemekle ilgilidir.

Muhit’in, Ketebe’nin, Turkuvaz’ın ya da daha küçük yayınevlerinin son zamanlarda bir başarı kazanması birbirimizi okuduğumuz için değil aksine başarılı yayıncılıkla ilgili.

Yakın zamanda Selahattin Yusuf’un Eve Dönemezsin romanını okudum. Romandaki çocuk o kadar tanıdıktı ki boynuna sarılasım geldi. Neyse... Kitap hakkındaki değerlendirmeleri ayrıca yazacağım için burada anlatmayacağım. Ama şunu gördüm ki biz hikâyesine üvey evlat muamelesi yapan insanlarız.

Mahalle değiştiren, ülkesini değiştiren, ilkelerini yerle bir eden, yazdıkları ve söyledikleri yüreğe merhem olmayan nice yazıcı peşinde koşmaktan yorulmadık mı?

Evine dönen, kalbine dönen, şarkıya dönen insanları sadece şiirlerde mi seveceğiz? Onları dinlemeden, onlara saygı duymadan kendi hikâyemize ne kadar saygı duyabiliriz?

Ömür kısa ne sadece kuşlar uçmuyor... Bazı hastalıklardan ancak kangren yerini keserek kurtulabiliriz.