“Tuzak iyi kuruldu. Öylesine iyi kuruldu ki bunun bir tuzak olduğunu anlamak oldukça zor.” İsmet Özel'in insanın tüylerini diken diken eden cümlelerinden biri... Öyle yazarlar var ki bir gün bir yerlerde tam da köşeye sıkıştığınızda can simidi gibi sözlerini atarlar üzerinize. Ve çok zaman oralı olmazsınız. Çünkü dünya denilen pazara düşen insan kurtarıcı sözleri hariçten gazel zannederler.

İnsan, dünya denilen pazarda kâh canını, kâh malını, kâh onurunu, kâh yüreğini satar… Zira bu pazar her şeyin alınıp satıldığı tek pazardır. Bu pazarda belki de en çok aranan, en çok üzerinde pazarlık yapılan gönül ve şuurdur. 

Ten bir kere satılır ama o tene dokunmayan için ten her daim alıcı bulur pörsüyene kadar.

Mal, mülk, para her daim rağbet görür. Hatta onlara ulaşmak için sadece emek değil; onur da insaniyet de bedel olarak verilir.

Can, bir aldanışla satılır. Öyle ki bir göz alıcı bakış yeter canını satmaya. Öyle bedel de gerekmez; afili bir yalana gider nice canlar.

Haysiyet, hiç beklenmedik bir anda satılır. Darda kalana ne versen haysiyetini alamazsın. Ama öyle bir gaflet anı gelir ki süslü bir cam bile alır haysiyeti. 

Gelgelelim şuur denilen, idrak denilen, bilinç denilen; dünyayı ve ahireti idrak ettiren, eşyaya mana, yaşama can veren şuur ise o pazara düşmemek için daima kenarda durur, “Aman ha pazara düşmeyin” diye feryat ederken, bir tuzak onu da pazara çekmeye görsün... “Nasıl olsa düştüm pazara” diyen şuur kendini ilk isteyene bedava verir. Ama bişuur olmuştur artık. 

Gönül pazarda seyran etmez.

Gönül pazara çıkmaz. 

Gönlün büyük imtihanı kendini ayan etmesidir.

Gönül bir kere kafesinden çıktı mı; eninde sonunda pazara düşecektir. 

Bu sebepten, gönle gönül kuşu da denir.

Gönül bağı kuranlar, gönlün dilini duyanlar, gönle hürmet edenler, gönlü yıkılınca gözünün feri gidenler, gönül kırınca uykusuz kalanlar, bir ölüm bir de gönlün sevgisizliğiyle ağzının tadı kaçanlar bilir ki gönül ne vakit başını şöyle bir dışarı çıkarır; dünya pazarında yağmacısı bol olur. Gönlü satın almaya dünyalar yetmese de gönlünü bir post gibi meydana serdin mi leş fiyatına gider.

Neden mi? 

Gönül senin değil. 

Hatta gönül sevenin de değil!

Gönlün sahibi onu sana emanet etti ki öteleri, derinleri, gaybı hissedesin diye… Ötekini anlayasın diye. Yaratılmış olmanın acısını ve vebalini ve kıymetini tartasın diye... Gönül, göğsümüze merhametle yerleştirilmiş kalp gözümüz olsa gerek. Göz nasıl ki her ışığa bakmakla kör olur, vasfını yitirir, hırpalanır ise gönül de her kurulan bağ ile daha bir zayıflar, özünü yitirir, pazarda orta malı olur. Zannederiz ki ne kadar çok gönül bağı; o kadar gönül zenginliği. Oysa bu gönlün etrafına örümcek ağı örmekten başka bir şey değildir. Gün gelir, o örümcek ağı gönlü öyle bir fırlatır ki bu, gönlün asıl sahibini kırar. Hakk’ın hatırı, diyorlar ya... Hakk’ın hatırı da hatırası da bizi insan kılan da gönlü dinlemekten, gönle eğilmekten geçer.

Canını, onurunu, hürriyetini, haysiyetini, malını kaybeden nihayetinde her birine kavuşur, yaralarını sarar da gönlünü pazara çıkaran iflah olmaz imiş. 

Şuurunu kaybeden bile gönlünden haberdar iken; gönlünü hamam tası mı zannettin ki dolaştırır durursun? Hem ne denilmiştir: Dili susan, teni susan, eli susan yaşar da gönlü hamuş olan, Neşet Ertaş'ın tabiriyle ne yaşamış, ne yaşıyor, ne de yaşar...

Hakk bize bir gönül verdi ki dünya pazarında, askıdaki yürekler gibi satalım diye.

Tahran'da, Derbent'te çengellere takılı koyun kalpleri gördüğüm güne and olsun ki gönül Hakk’ın dipdiri ayetidir. Dedim ya ne taşıyanın ne sevenin ne alanın ne de satanın! Emanet, candan öte gönüldür. 

Arada bir yoklamak lazım; kalbimiz, gönlümüz yerinde duruyor mu diye...