Sabah, dirilticidir. 

Bazı günler erken saatlerde Eminönü İskelesi'nden geçiyorum. Öyle ferah, öyle serin, öyle çok doğum ve dirim hissi veriyor ki; o an, orada, zaman dursun istiyorum. Deniz, tuz, balık ve sabah kokusu apansız "Dünya her dem yeniden kurulur" sözünü yüzüme vuruyor, iskeleye vuran dalgalar gibi. 

Eminönü İskelesi benim tüm savaşlarımın ve yenilgilerimin başladığı yerdir. Yenilgi yenilgi büyüyen zaferleri de orada gördüm. Eminönü-Kadıköy vapurunda azı dişimin ağrısından kendimi denize atasım gelmişti bir gün. O gün cep delik cepken delikti. Dişçiye gideceğim ama tek kuruşum yok. Bir tanıdık vasıtasıyla Kadıköy'de bir diş doktoruna gittim. Diğer gün deniz yine aynı denizdi. Acı gidince dünya yine aynı renklerine bürünmüştü. Fakat, geriye baktığımda o delikanlı, vapurun pruvasından denize bakmaya devam ediyor. Anlar... Anlar yaşıyor bir yerlerde. Sanki başka biri yaşamış gibi. Sanki başka birinin hayatıymış gibi.

...

Bugün ağır ağır, sanki beklermişim gibi o geldi. O, gelip gönlümün, şuurumun, canımın en dağınık yerlerinde dolaştı. Ninemin dua okurken omzuma dokunan elleri gibi, sabah gibi, deniz kokusu gibi içimde dolaştı. Sanırım uzun zamandır davet gönderiyordum. İçinden çıkamadığım zindanlarım vardı. Unuttuğum ama son zamanlarda tekrar hatırladığım zindanlarım. Hatta, o zindanlardan birine etimi, diğerine ruhumu, uzaktakine canımı, bir diğerine arzularımı, acılarımı, gafletimi, sevincimi, savaşkan askerlerimi, umudumu ve umutsuzluğumu, insan sevgimi, hayata olan tutkumu, bakışımı ve en derinlerdeki zindana hapsettiğim anlam arayışımı hatırlayıp her gece bir diğerine kendimi hapsettiğim zindanlarda dolaşırken geldi. Oysa Kızılırmak gibi akıp gidiyordum uçsuz bucaksız bozkırda. 

Bir ırmağın kendinde boğulduğu bir zamanda geldi. Onun huyu buydu. Nerede darlık varsa orada peydah olurdu. Belki de her zaman geliyordu ama zindanlarımdan zindan beğenmekle ömür tüketirken görmüyordum onu.

Tevrat, İncil ve Kur’an'da ortak neredeyse aynı kalmış tek geçmişlerin hikâyesi vardır. Bilirsiniz, Kur’an'da Ahsen-ül Kasas diye geçer. Günümüze kadar diğer kutsal kitaplarda da korunmuş olmasının elbet bir hikmeti vardır. Zira anlatılan sadece Müslümanlarla ilgili değil; insan olan herkesle ilgili muhteşem bir hikâyedir. İçinde tüm insanlığımız vardır. Zindan vardır. Baba vardır. Kadın vardır. Erk-güç vardır. Örtünme ve soyunma vardır. Rüya vardır. Rüya gibi geçip giden hayatlar vardır. Yeniden diriliş vardır. 

Evet, bugün Yusuf geldi. Yakup'un oğlu Yusuf. Yıllar önce geldiğinde bir bebeğin ana karnında büyüdüğü vakit kadar durdu başımda. 

Başımdan gitmesin istiyorum. Hz. Yusuf, Yakup oğlu Yusuf, Aziz'in hizmetkârı Yusuf, kadının arzuladığı; arzunun sınadığı Yusuf, Mısır mülkünün anahtar sahibi melik Yusuf, bekleyen ve daima kaderden öte bir kader olduğuna iman eden kul Yusuf...

Siz ne dersiniz bilmiyorum ama Yusuf Peygamberi düşünmek; güneşin doğması, dirim, deniz kokusu, çölde vaha görmek, yolunu arayan suyun yatağını bulması gibi geliyor bana. Evet, Ahsenü'l-Kasas şifadır. Tüm zindanlardan seni çıkartacak bir anahtar vardır; zindandan çıkmak isteyen rüyasını doğru yorumlamalı imiş. Ve rüyaları, hayat denen rüyayı en doğru Yusuf Peygamber yorumlarmış. 

Zindana düşmeyen ne bilsin Yusuf’u? Yusuf değil de seni zindana davet eden seslerdeyse kulağın; Kenan diyarı gibi çöl olan bu dünyada dolaş dur!