Bir kısacık kelebek hikâyesi anlatılır.

Bilene saygı duymak yerine, hileli bir zihinle bilgiyi de, bilgini de alt edeceğini sanan insanların cüretinden söz eder bu hikâye.

Oldurmayı değil, öldürmeyi çözüm zannedenleri…

Haksız olduğu halde haklı olduğunu iddia edeleri…

Bilmenin bilmekten ibaret olmadığını, idrak, feraset, basiret, hikmet ve irfansız bilginin bir kanmaca, kandırmaca olduğunu fehmedemeyenleri…

Bilmenin bir yarış değil, bir varış meselesi olduğundan bihaber olanları tarif eder.

Çokbilmişliğin, cinnetvâri çözümlere meyletmesini ve cinayete dönüşen nefsani cüretlerini izah eder…

Bilgilenmeyi bir tabela, bir vitrin, bir unvan kabulünden ibaret zannedenlerin “bilmek” adı altında bilgisizliğin zirvesine nasıl tırmandıklarını ve kendilerini nasıl bir şey sandıklarını anlatır bize…

İşte o küçük hikâye; Bir vakitler iki kız kardeş varmış. Her ikisi de akıllı mı akıllı, çalışkan mı çalışkanmış. Öyle ki, ne okusalar yetmez, kimden ne duysalar yetinemezlermiş. Etraflarındaki kaynakları tükettiklerini düşünür, daha fazla bilgiye erişmek için yanıp tutuşurlarmış.

Bu öğrenmeye tutkun, güya bilgiye meftun bu iki kardeş daha çok öğrenmek için yörelerindeki en büyük bilgeye gitmeye, ondan da bilgi almaya karar vermişler. Heyecanla koyulmuşlar yola, varmışlar bilgenin yanına.

Merak ettikleri ne varsa sormuşlar bilge kişiye. Bilge kişi kızların sorduğu bütün soruları bilmiş. Kızlar daha fazla bilgi almak için bir süreliğine daha bilgenin yanında kalmaya karar vermişler. Ve akıllarını kurcalayan ne varsa sormuşlar, sormuşlar.

Bilge kişi kızların sorduğu her soruyu cevaplıyor, yeni bilgiler sunuyormuş. Her şey iyiymiş hoşmuş ama kızlar bu kadar bilgili birinden sıkılmaya başlamışlar.

Az uz değilmiş canlarının sıkıntısı. Öyle ki, neredeyse bu kadar bilgili bir kişinin varlığından rahatsızlık duyuyorlarmış. Ve derken bir gün, bilgenin dahi bilemeyeceği bir soru bulmaya karar vermişler.  

Düşünmüşler taşınmışlar. Kızlardan biri, diğerine bilgenin bile bilemeyeceği bir soru bulduğunu söylemiş. Ve coşkun bir heyecanla başlamış kardeşine bulduğu soruyu anlatmaya.

“Avucumun içine bir kelebek alacağım. Sonra bilgeye, “Avucumun içinde bir kelebek var. Canlı mı, ölü mü?” diye soracağım, ölü derse kelebeği serbest bırakacağım. Canlı derse, avucumu hafifçe bastıracağım.” Demiş.

Bilgeyi ve bildiklerini alt etme duygusuyla koşarak bilgenin yanına varmışlar. Sorunun mucidi kardeş büyük bir zafer kazanma hesabıyla bilgeye sıkılı yumruğunu uzatarak sormuş:

– Avucumun içinde bir kelebek var; bilin bakalım canlı mı, ölü mü?

Bilge, kızın gözlerine uzun uzun bakmış ve acı bir tebessümle cevap vermiş:

– Senin elinde kızım, senin elinde… O kelebeğin kanat çırpıp uçması da, minnacık canına kıyılarak öldürülmesi de senin elinde…

Bu küçük hikâyeciğin ardından sokaklara dökülmeye teşne olanları anlamaya çalışalım.

Döviz kurlarının neden ve kimler tarafından yükseltildiğini, faiz oranlarının düşürülmesi ile neyin hedeflendiğini kestiremeyen, ekonominin -e-sinden bihaber olanların avuçlarını ne için kapattıklarını ve yumruklarını havada savurup “istifa” çığlıkları atmalarındaki maksadın bir kelebek cinayetinden fazlası olduğunun altını çizelim.

Kaos mühendislerinin kuklası olmuş bu kişilerin avuçlarında “milli huzur” öldürmekle tehdit ettiklerini demokrasi adı altında avuçlarını sıkıp çığırmanın bir çözüm değil bir cinnet ve cinayet hali olduğunu hatırlatalım.