Son günlerde gönle dair düşünüyor, gönle dair yazıyor. Bu, aklı ötelediğim, dünyadan iyice kopuk yürek inzivasına çekildiğim anlamına gelmiyor. Ancak, gönlün susması, insanın kendiyle bile konuşmak istememesi, dünyanın gittikçe ıssızlaşması, ruh yorgunluğu… Tamam, derdim karamsar bir şeyler anlatmak, insanın loş tarafına sizleri götürmek değil.

Geçenlerde bir ağaç gördüm. Üzerinde son yaprakları vardı. Bir hafta sonra ise üzerinde bir tane bile yaprak yoktu. Ağaç yerli yerinde duruyordu. Sessiz. Vakarlı. Var. Bekleyen. Olduğu gibi. İnsan, olduğu gibi durup durmaz. Kalp, Allah’ın avucunda evrilip çevrilen o muhteşem sihir… O da durup durmaz. Değişmeyen, evet bizim hikâyemizde değişmeyen ruhtur. Bu sebeple ruh, eski silahlarla savaşır, denilmiştir. İnsan, neşeye ve mutluluğa teşne olsa da eninde sonunda ruhun telkiniyle mahzunluğa, kalbin eninde sonunda hüzne gark olmasından ötürü, susar.

Ne çok şey konuşuyor insanlar. Hayretle dinliyorum. Heyecanlarına, bugün sevip yarın söveceklerini nasıl ağızlarını doldura doldura anlatıyorlar, şaşkınlıkla izliyorum. Ne tenine, ne canına, ne ruhuna, ne aklına hayrı olmayacak onca şeyi düşünüp, onca söz boca etmeleri, sanki çöpleri boşaltmak gibi geliyor bana. Oysa gönül gözüyle bakanlar, yürekten konuşanlar tek kaba bir sözün bile insanların kulağına fısıldanmasının nice can yaktığını bilirler. Sermayesi gönül olan insan eninde sonunda gönlü nasıl da çöplüğe çevirdiğini görür. Belki, bazıları bu sebepten susarlar. Kimi o sözlerin somut bir kaya gibi yüreğin üzerine oturacağını gördükleri için susarlar. Susanın pişman olmayacağını bildiği için de vardır. Susmak, muhabbetsiz bir dünyada her ne kadar acı olsa da muhabbet yoksa konuşmak bile eziyettir. Bunu bilenler de susarlar.

Kelimelerin namludan çıkan katil kurşunlar gibi havada sektiği bir çağda içine dönen insanların manastıra kapanmış rahipler gibi görülmesi, söz ve gönül ifsadına tutulanlar için normaldir. Oysa susmanın bir adı da sabırdır, beklemektir, umuttur. Tarlayı nadasa bırakmaktır. Gönülden konuşulmayan bir çağda, dilce konuşulup yürekçe susulan bir çağda kaç dil bilirseniz bilin anlattığınız da, siz de heba olursunuz. Her ne kadar Mevlana, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır, dese de; yetinmeyim: herkes bu ummandan kovası kadar alır, dese de ifade sadece dil ile olmaz.

Sükût derin bir lisandır.

Beklemek, toprak denli mümbittir.

Sabır, insanın en büyük besinidir.

Dil, hali anlatmak için değil, doğru duayı etmek içindir.

Gönlü susmuş insanların uçsuz bucaksız bir çölde, kuş dili dahil yüzlerce dil bilen yalnızlar olduğunu; ana dilini ve gönlünün arzusunu çözememiş olanlar neyle nasıl tefsir etsin? Ya da gönül dilini bilen Hak Çalabın kulağına seslenmiyor, Eyyüb’ün kelimeleriyle elinde satırla dolaşan insanlara sesleniyorsanız, kesilen sadece etiniz olmaz.

Gönül ki uçsuz bucaksız bir bozkırdır. O bozkırda bir yaban armudu ağacına yüzlerce kuşun üşüştüğü de olur, aylarca bir kanat sesi duyulmadığı da olur. Bozkırda peydah eden bir pınara borular bağlayıp köye, kasabaya, kente o suyu taşısanız ne çare! O su, pınardan çıkan su değildir. Gönlün o engin bozkırında manalıdır o pınar. O pınarın suları bırakın sızsın… Bozkırın kuşları gelip o sudan içtiklerinde aslında bunun bir teşekkür ve anlama olduğunu anlarsınız. Gönlün özüne susması o pınarın kurumasından başka bir şey değildir. O suyu illa dışarı çıkaracağım derseniz her dilde ayrı bir yüz buruşuğu görürsünüz ki, kalbe şifa olan su başka ellerde zehr olur.

Dışarında dehşet bir pazar var. Dillerin birbirine karıştığı dehşet bir Babil… Bu pazara ab-ı hayat hükmündeki gönül pınarınızdan suyu hele bir götürün! Sizin içmeye kıyamadığınız suyun başka ellerde necasete döndüğünü göreceksiniz.

Gönül dili susmayı da bilmeli. Zira o lisanın kelimeleri bu âlemde küfre bulanır.