Çoğumuz için samimiyet alelade bir kelime artık. “Modern’’ kalıbına sıkıştırılan zavallı hayatlarımızda hiçbir değeri yok. Gün geçtikçe daha çok kaybolan ve hatta aranmaya, hatırlanmaya bile ihtiyaç duyulmayan antika bir hayal… Tüm cevheri silinmiş, bayat, harabe bir mefhum…

Her zaman böyle değildi elbette.

Yaşayan ölülerin arasında dipdiri hayatlarla parlayan Hak dostları, hiçbir şeyi boş yere yapmadıkları gibi, basit bir “Nasılsın?” sualini dahi boşuna sormazlardı. Hemhâl olamayacakları kalp yangınlarına su taşımak onların harcı değildi. Muhtaca ilaç olmayacak, derdi devayla tanıştırmayacak tüm sahte “Nasılsın?’’lara düşmandılar.

Hâtemü’l-Esam Hazretleri, böyle bir vaziyeti kişinin arkadaşıyla dalga geçmesi olarak tarif etmişti mesela:

“Dostuna, ‘Bugün ne haldesin?’ dediğin vakit, o sana ‘Bir ihtiyacım var’ diye cevap verirse, sen de onun ne ihtiyacı olduğunu sormaz yahut elinden geldiği halde muhtaç olduğu şeyi temin etmezsen, halini hatırını sorarak onunla alay etmiş olursun.”

Ne ince bir nüans değil mi?

Hatta İmam-ı Gazali Hazretleri gibi büyükler pek ağır konuşmuşlardı bu konuda:

“Dertlenmeyeceği halde birine nasılsın diye sormak münafıklıkta bir mertebedir.”

Keza Aliyyü’l-Havvas Hazretleri de aynı minvalde, merhametle uyarmışlardı:

“Din kardeşinizin ihtiyacını görmek, derdine çare aramak, kendisine hayır dua etmek gibi niyetiniz olmadıkça, ona ‘Nasılsın?’ diye sormayın. Çünkü halis bir niyet ve maksat olmadan hal hatır sormak münafıklık, ikiyüzlülüktür.’’

Hak dostları, sevgi ve muhabbet ne gerektiriyorsa onu yapmak için çırpınırlardı. Haiz oldukları güzel ahlâk onu gerektiriyordu. Bir mazlumun, bir muhtacın derdiyle dertlenmekten, onların her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktan lezzet alırlardı.

Feth-i Musuli Hazretleri, bir arkadaşının evine gitmişti. Kapıyı arkadaşının hizmetçisi açtı. Arkadaşı evde yoktu. Hizmetçiden evdeki sandığın anahtarını istedi. O da Feth-i Musuli Hazretleri’ni tanıdığı için tereddüt etmeden anahtarı verdi. Hazret, sandığı açarak ihtiyacı kadar olan parayı alıp gitti. Arkadaşı eve gelip durumu öğrenince çok mutlu oldu. Dostunun yarasına merhem olmanın verdiği sevinçle kendinden geçti. Bu nimetin şükrünü eda etmek için de hemen hizmetçisini azad etti.

Yine Hayati İnanç Bey anlatmıştı:

Ehl-i irfandan biri karşılaştığı tanıdığına “Nasılsınız?” diye sormuş. Sorduğu kişi de “20.000 dirhem borcum var’’ demiş. Soran zat hiçbir şey demeden, sessiz sedasız çekip gitmiş. Varını yoğunu derleyip toplayıp satmış. Borcu ödemiş. O günden sonra da insanlara “Nasılsın?’’ diye sorarken düşündüğünü söylemiş.

Bu yüce hassasiyetten, bu latif şuurdan ne kadar uzağız.

Bize kendimizi hatırlatacak bu yüksek ruha ne kadar da yabancıyız.

Gündelik koşuşturmaların, politik çalkantıların kıskacında böyle incelikleri hepten unutur olduk. İlkel robotlar gibi, neye programlandıysak onu yaşıyoruz. Hayatı hayat, insanı insan yapan sosyal ilişkilerde bile kuru alışkanlıkların, ucuz âdetlerin rüzgârına kapılmış haldeyiz. Yalan ve riya dolu nezaketlerin içinde, utanmadan taktığımız kibarlık maskelerine sığınarak yaşayıp gidiyoruz.

Gerçekten yaşıyor muyuz?