Özgürlük ve güvenlik. Sadece birisini seçmek zorunda mıyız? Bir siyasal otorite yönetim anlayışını oluştururken sadece birisine karar vermek zorunda mı?

Dünden bugüne siyaset felsefesinin tartışma konularından olan bu mesele bugün de ülkeleri fazlasıyla meşgul etmeye devam ediyor.

Devletlerin oluşumu bir toplumsal sözleşme ve mutabakat ile gerçekleşmiştir. Bireyler kendi güvenlikleri için özgürlüklerinden belirli oranda feragat etmeyi tercih ettiklerinden devletler ortaya çıkmıştır.

Özünde insan bağımsız ve özgür şekilde davranışlarını sergileme ihtiyacı duyar. Bu durum bazı sorunları ortaya çıkarır. Tam da bu yüzden -benimde Heidelberg’de bir yıl evinde misafir olduğum- Max Weber, devleti “meşru şiddet tekelini elinde bulunduran aygıt” olarak tanımlar. Çünkü birilerinin sınırsız özgürlüğü diğerlerinin güvenliğini riske sokarak tehdit eder, buna karşılık siyasal otorite meşru şiddet hakkını kullanır. Yani özgürlüğün sınırlandırılması devreye girer. Fakat devlet denilen tüzel kişiliğin ekseriyetle bu ayrıcalıklı hakkını suistimal ettiği görülür. Bu gelişme bireylerin uzun vadede zararına olan sonuçları doğurur.

Siyasal otorite ile bireyler arasındaki potansiyel tehdit alanlarının şekillendirdiği kulvarda kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin örselenmesi tarih boyunca hep var olagelmiştir.

Güvenlik için özgürlüğü hoyratça feda etmek kreatifliği ve inkişafı öldürür. Güvenlik sayesinde toplumda düzen sağlanmış gözükürken, orantısız uygulamaları muhtemel inovasyonu da yok eder. Güvenlik uğruna pratiğe geçen tekdüze anlayışlar, kuru disiplinel perspektif ve uygulamalar vizyonda sığlığa neden olurken, özgünlüğü de neredeyse imkânsız kılar.

Statükoyu her daim besleyen düşünceler yeniliğe karşı fren görevi görür. Katı konservatif bilincin sonucunda alan bulan güvenlikçi uygulamalar hür düşünce iklimine ancak ket vurur.

İlk bakışta sosyal hayattaki aşırı güvenlik uygulamalarının tamamen huzur verdiği sanılır. Oysa muhtemel tehditlere karşı görünür düzeyde alınan güvenlik tedbirleri topluma katkı gibi gözükse de mental yanılsama ortaya çıkarır. Fiziksel şiddet belirli ölçekte tedbirlerle kontrol altına alınabilse de zihinsel ve psikolojik baskılama ufuklarda buğu yapar, böylece geleceğin parıltısı sönüverir. Açığa çıkması lazım gelen enerji mütemadiyen zihinlere hapsolur.  

Devlet ve vatandaşı iki ayrı aktör olarak etkileşime girdiklerinde şayet doğru rollerinin sathında hareket edebilirlerse bir hak ihlalinden söz edilemez. Teorik olarak bu mümkün gözükse de uygulamada sürekli sorunlar meydana gelir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi özgürlük ile ilgili net bir çerçeve çizmiştir. Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı olduğunu ve fikirlerini açıklama hürriyetine sahip olduğunu deklare eder. Ayrıca Beyanname, maddelerdeki hiçbir hükmün hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyete izin verir şekilde yorumlanamayacağını da net şekilde aktarır.