Her yazar, şair ve sanatkâr yaşadığı devrin/dönemin birer şahididir. Şair ve yazarların tanıklığı daha sahicidir. Yazdıkları şiir, hikâye ve romanlar; yazıldıkları dönemin en sahici tanıklarıdır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin son yüzyılını, Tanzimat’ı, I. ve II. meşrutiyeti, Millî Mücadeleyi ve Cumhuriyet’in ilanı dönemi edebiyat eserlerinde, hatırat ve mektuplarından daha gerçekçi bakış açılarıyla okur-öğreniriz.

Safahat ve İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif şair olduğu ölçüde büyük bir mücadele ve aksiyon adamıdır da! İlk gençlik yıllarından itibaren inanmış adam kimliği, çalışkanlığı, kanaatkârlığı, mücadeleciliği, fedakârlığı, hayatını milletine adaması, yaşananlar karşısında yaşadığı ıztırap, dünya tarihi yeniden yazılırken ve devlet sınırları masa başında çizilirken şahit olduğu iki yüzlülükler, Osmanlı ile işbirliği yapan Almanların misafiri olarak Viyana’da bulunduğu sırada Kudüs’ün İngilizlere terk edilişi haberi ile kiliselerde çan çalınarak yapılan kutlamalara tanıklık etmesi, Âkif’i Batı konusunda yeniden düşünmeye sevk etmiştir.

“Umumi Harpte Viyana’da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı; otelin penceresinden baktım, caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu.

Kendi kendime müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar, dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:

- Bir zafer haberi mi var! dedim.

Adam:

- Zafer de söz mü? dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’in kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir hilalden kurtuldu, haça kavuştu. Ve Âkif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı:

- Milletim nev’-i beşer, vatanım rûy-i zemin! Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti: Biz bu yalana inanırsak ne milletimiz kalır ne rûy-i zeminimiz! Avrupa’nın nev’-i beşerinde ben yoksam, benim nev’-i beşerimde de o yoktur.”

Âkif, ahlâki bakımdan hayatı boyunca örnek bir şahsiyet olarak "herhangi biriymiş gibi" yaşadı. Doğru söze, dostluğa ve hayata bağlılığı, nüktedanlığı ve tabiat sevgisi onun karakterini oluşturan hususiyetlerdendir. Mehmet Akif'in kendine özgü ve Müslüman kimliği ile özdeş kişiliği konusunda seven-sevmeyen tüm çevrelerin ittifakı söz konusudur. Nitekim Nazım Hikmet Kurtuluş Savaşı Destanı'nda kahramanı Nurettin Eşfak'ı konuştururken: “Âkif büyük şair, inanmış adam. /fakat onun, ben, /inandıklarının hepsine inanmıyorum" der.

Mehmet Akif'in fikir dünyası İslâm’ın ana kaynağı vahye dayanma ilkesi ile anlatılabilir. Müslümanların Batı karşısında yaşadıkları yenilgi ve duraksamaları meselesini ele alırken Kur’an’ı referans alır. "Doğrudan doğruya Kur’an'dan alıp ilhamı /Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı" mısraları bu fikrin en açık beyanı olarak Safahat’taki yerini alır. Müslümanlar, İslâm'a dindarlık adına yamanmış bidat, hurafe ve batıl inançlardan kurtulmadan yeniden ayağa kalkamayacaktır. Burada anlamamız gereken şey bugün bidat ve hurafelerle mücadele ettikleri iddiasında olan dindarların inandıklarının tamamı Akif’e göre bidattir. Ayrıca Müslüman alimlerinin ilim anlayışlarını ve medrese eğitimini de ciddi bir biçimde eleştirir. Âkif’e göre Müslümanlar ilim anlayışlarını ve ilim hiyerarşisini yeniden tarif etmeden ve çağın ihtiyaçları dikkate alınarak dönüştürmeden Batının gerisinde kalmaya devam edecekler.

Edebiyatçıları ve edebiyat çevrelerini de sert bir dille tenkit eden Âkif, tasavvufun hayatı belirlemesine ve kuşatmasına da itiraz eder.

“Edebiyyata edebsizliği onlar soktu,/Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:/Sürdüler Türk'e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;/Muttasıl şimdi ‘hakikat’ kusuyor Sıdkı Dayı!/Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;”

Müslümanlar, Müslümanların tarih tecrübesinden yararlanmalı ve ibret almalılar; ancak geçmişin mutlak bağlayıcılığına aldanmamalılar. Ona göre yeni zamanda yürüyebilmek için içtihat kapısının açık tutulması; Avrupa medeniyeti ile insanların hayatlarını etkileyen problemlerin çözümü için kültür-medeniyet ayrımının benimsenerek Batılılaşmanın ‘medeniyet ve ilim’ ile sınırlı tutulması gerekmektedir.

Âkif’in fikir ve düşünce dünyasında, fiili anlayışında değişiklikler olmasına rağmen kişiliğinin temel özellikleri, ahlâkî duruşu 63 yıllık ömrünün sonuna kadar değişmemiştir: "Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek."