28 Aralık 1936 çıplak bir tabutla musalla taşına getirilen bir cenaze. Hava soğuk ve ayaz. Tarihin üç büyük devrinin tanığı tabuttaki şair bunun farkında mı? Tereddütsüz ‘evet’! On bir yıl sonra ülkesine sessiz dönen Âkif, millî şairi olduğu ülkenin resmi zevatı ve resmi ağzın yazı yazıcıları (yazarlar mı?) tarafından ‘yokluk’ ve ‘görünmezlik’ örtüsü ile örtülmek istendi.

Yakın dostu, yol arkadaşı Hasan Basri Çantay’ın kitabına tamamını aldığı Münir Müeyyet Bekman’a ait “On bir sene sonra memlekete dönen bir şair hakkında” başlıklı yazı 1 Temmuz 1936 tarihli Açıksöz’de yayınlanır.  “O memleketi terk ettiği gün doğanlar bugün on bir yaşındadırlar ve ilk mektebi bitirdiler. O memleketten uzaklaştığı gün ilk mektebe yeni başlayanlar, bugün liseyi bitirdiler. O, İslâmlık sevgisini inkılâp ve millet sevgisine tercih ederek adımlarını bu topraklardan ayırdığı gün on bir yaşında olanlar, bugün üniversiteyi bitirdiler, hayata atıldılar. Şimdi önümüzde, onun memleketi terk ettiği günden beri geçen ve bir yılı bir asır kadar değerli olan on bir yıllık gibi bir zaman ve bu zamanın şuurlaştırdığı, iradeleştirdiği bir gençlik var. Bu gençliğe dünün kıymetleri hakkında söz söylerken, hüküm verirken mücerret mantık ve mücerret mefhumlardan uzaklaşmak mecburiyetindeyiz./Herhangi birinin bütünlük namına alkışlanmasını, sevilmesini, hürmet edilmesini isterken onun hakikaten o bütünlük namına bir hizmet yapmış olması, inkılâpçı vicdanlarda yer tutmuş bulunması lâzımdır./Yoksa bir Çanakkale destanı ve değeri inkılâpçılık değerinden uzak olan ve maalesef hâlâ dudaklarımız arasında çırpınan millî marş gibi bazı şiirlerle hiçbir kimseyi edebiyatın millî bir kahramanı gibi göstermek salâhiyetini haiz değiliz.” 

Vefatından kısa süre önce buna benzer pek çok yazı yazıldı. Buna benzer yazılardan biri de Sabiha Zekeriya Sertel’e aitti: “(…) Âkif Müslüman vatanı ve Müslüman milliyeti tanır. Bunun içindir ki Atatürk şapka inkılâbını yaptığı zaman Türk vatanını bırakmış, Müslüman vatanına kaçmıştır. Âkif’in bu hareketinde bir kanaat kuvveti, karakteri bulabilirsek de Âkif’i inkılâbın kabul ettiği mânada milliyetçi kabul edemeyiz. Bu sebeple Âkif millî şair değildir. İstiklâl Marşı’nı yazması da onun milliyet akidesini değiştirmez.”

Ülkenin iktidarı, medyası ve resmî ideolojinin temsilcilerinin görmezden geldiği Âkif’in vefat haberi; fısıltı gazetesinde büyük bir dalgaya dönüşmüş ve başta üniversite gençliği olmak üzere kalabalıklara ulaşmış insanlar dalga dalga gelip çıplak tabutun etrafını sarmıştı. Bir Kâbe örtüsü parçası ile bir bayrak tedarik edilip çıplak tabuta ziynet kılındı. Sessizliğin harekete geçirdiği binlerce insanın cenazeyi teşyi etmesi, Âkif’in sessizliğe ve görünmezliğe gömülmesini tercih eden dönemin resmî makamlarını ve yardakçılarını şaşkınlığa duçar etmiş, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Buldukları çare, cenazenin defninden sonra önderlik eden gençleri çağırıp sorgulamaları olmuştur. Bu da bir başka utanç olarak kayıtlara geçmiştir.   

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,/Günler şu heyûlâyı da ergeç silecektir./Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,/Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?” Âkif’in gençliğe vasiyeti niteliğindeki bu sözleri bir SUR sadası olup yeryüzünde gezenleri uyandırmış, cenaze Âkif’in ruhaniyetine uygun bir vakarla dostu Babanzâde’nin istirahatgâhına kadar gençlik tarafından taşınmıştı. “Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz/Ağlar Safahât’ımdaki hüsran bile sessiz!” mısraları coşku ve şükran seremonisine dönmüştü.

Vefatından sonra bir iki gün cenazeden bazı fotoğraflar, bir iki köşe yazısından başka bir ses çıkmadı. Bütün cephelerde vaaz metinleri dolaşan, Çanakkale Şehitleri’ne şiirini ve İstiklâl Marşı’nı ödülü kabul etmemek kaydıyla yazan adam hiç yaşamamış gibi Ankara’daki zevat, dergiler, radyolar ve gazeteler susmuştu. Ta ki bir gün İstiklâl Marşı değişsin mi değişmesin mi gürültüsü kopuncaya kadar.

Âkif dünya çalkalanırken yaşadı. Kendi coğrafyasında üç büyük döneme tanıklık etmesinin yanı sıra dünya tarihinden silinen üç büyük imparatorluğun yok oluş devrini de yaşadı. Onun yaşadığı çağda Osmanlı Devleti, Çarlık Rusya’sı ve Hasburg Hanedanlığı tarih sahnesinden çekildiler.

Âkif, İnsanlar acı çekerken acı çekti. Yoksulluk ve yokluğu yaşarken de cömert yaşadı. Paylaşmayı ve vefalı olmayı hayatının son demine kadar hatta bir vefa numunesi olarak dostu Babanzâde’nin yanına gömülmeyi vasiyet ederek gösterdi.

Âkif’i anlayarak ve İstiklal Marşı’nın “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklâl” çağrısının şuuruna erdiğimizde gönüllü kölelik zincirleri kırılacaktır.