Varlığımız, yaratılışımızım tezahürüdür.

Yaratıcımızın bir “Kün” emriyle düştük her birimiz ana rahmine. Yani ki, bir kadının bünyesine yerleştirildik önce…

Doğduk ve anne dedik bizi sancılarla doğuran sebeb-i vücudumuza.

Her birimiz evvelâ bir kadının varlığında vücut bulduk. Bizler derin sancılarla doğurulduk.

O sancılı doğuşumuzdaki avazı, acıyı hatırlayamadığımız için kadir kıymet bilme noktasında idrak melekemiz gelişinceye kadar hep bir gafletin kıyısında savrulduk.

İlkin, sabiydik, masumduk, mesuliyetten münezzehtik.

Ne var ki, kulaklarımızla duymadığımız sancılı avazı, ruhlarımız işitmişti.

Kadın olduk; anne olmanın, eş olmanın, abla olmanın, bazen kız kardeşten öte bulduğumuz kız arkadaş olmanın stajını hep bir annenin şefkatli gölgesinde yaptık.

Kadınlar ve erkekler olarak o işittiğimiz, daha doğrusu hissettiğimiz sancılı doğumu idrak edebildiğimizde önce anaya hürmeti layıkıyla bildik. İşte o hürmet, “kadına hürmet”in ilk şerhiydi.

***

Ve erkekler… Sizler de aynı hissedişi tecrübe ettiniz. Aynı muazzam sistem sizin de kaderiniz. Fakat bundan fazlası yüklendi sizin omuzlarınıza çünkü ziynet hükmünde zarif ve naif bir kadın emanet edildi size, o kadına eş oldunuz.

Onunla birlikte tıpkı kendi yaratılış menkıbenizdeki gibi bir “Kün” emriyle kız ve erkek çocuklarınıza baba oldunuz. Yani ki, onların ardında görkemli bir dağ gibi durdunuz.

Bir kadına adam oldunuz...

Kollarınız kanat oldu, kötülerden ve kötülüklerden kadınınızı ve yavrularınızı korumak için.

Savaşçı oldunuz zulümden korumak için.

Bu coğrafyanın erkekleri olarak ilkin siz kuşandınız rızık gayretini.

Haramdan imtina etmekti ilk uhdeniz.

Yediren, giydiren, okutan, koruyan, kollayan olmaktı varlık gayeniz.

Ama ve illâ ki bir kadının bedeninde vücut buldunuz.

Evet, her birimiz, hepimiz bu hakikat çerçevesinde, ilk insanın yaratılışından bu vakte, kıyamete kadar sürecek sonsuzluk döngüsüyle hayata karıştık.

Adem ve Havva ile başlayan bu döngü içerisinde zaman akarken tarih yazıldı. Yerküre üzerinde var olmuş, var olan ve var olacak her birey bu muhteşem yaratılış mucizesinin halkalarıyla, yaşamak zincirini oluşturarak insanlık tarihine iz bıraktı.

Dünyanın tüm erkekleri ve kadınları bu serüvenin bir parçası olma hakikatini hatırlasın veya hatırlamasın gerçek hiç değişmedi, değişmeyecek.

Bir ev sahibesi hükmünde karnında şekillendiğimiz, kokusuna meftun olduğumuz, ana sütü lezzetiyle büyüdüğümüz annelerimiz dünyamızdaki ilk koruyucu, ilk kahraman, ilk sığınağımızdı.

Tüm bunlar bilindik ve sürgit gerçekliğimizdi.

Bu gerçekliğin ardında muazzam bir sistem, muhteşem bir “Var eden” olduğunu gizlemek için leyleklerden medet uman zihniyetle Yaratıcının varlığından bihaber “varoluş” ezberine tutulduk.

Bilseydik bizi leyleklerin getirmediğini, varoluş bilincimiz, kadının ve erkeğin bir ana rahminde şekillenme mucizesini başkaca olurdu muhtemel kadını, erkeği ve yaratılış gayemizi anlama bilincimiz.

Yaratıcımızın halk ettiği, biteviye fakat birbirinden ayrı kodlarla tezyin ederek dünyaya gelişimizi sağlayan muazzam yaratılış sistemi üzerinde düşünme yetimiz engellenmeseydi bunca şiddet bunca zulüm hortlamayacaktı belki de…

Çünkü, birbirine entegre bu varoluş hazinesini fark ettiğimizde “Var Eden”i bilecek, hayret ile hayranlık arası bir inançla birbirimize şiddet göstermekten, zulm etmekten haya edecektik.

Değişip dönüşürken bu denli pervasız ve hızlı terk etmeyecektik akidelerimizi, kıymetlerimizi ve maddi-manevi değerlerimizi… Kadını erkeğe, erkeği kadına cephe alan konuma getirme çabalarının ardında saklı dinsizleştirme gayretini daha erken ve daha net okuyabilecektik! (Devam edecek inşallah…)