Hangisinden gördüğüm hayrı anlatsam diğerine haksızlık etmiş olurum. Yine de deneyeceğim.

Hüseyinlerin evi Çekmece tarafındaydı. Aradan belki de bir yirmi sekiz sene geçti. Bir gece ne oldu bilmiyorum Bağcılar’daki o cemaat evine gitmedim. Hüseyinlerin dükkânına vardım. O da beni aldı evlerine götürdü. Uzun zamandır bir aile sofrasında yemek yemiyordum. Annesi, tabağıma bol bol yemek koydu. Doyduğum halde fazla fazla yedim yemekten. Babası, “Ye evladım ye” diyor, ağız dolusu gülüyordu. Sanki o eve her gün gelip gidiyordum. Sanki hane halkından biri de bendim. Hiç yabancılamadım. Yatma zamanı gelince bir utanma sardı beni. Allah’tan, Hüseyin, “Hadi yatalım” deyip beni bir odaya götürdüğünde odada yer yatağı vardı! “Burada yatacaksın” dedi. Kendi kanepeye yattı. Allah’ım, çocukluğumun yer yatağı beni arayıp, Küçükçekmece’de bir evde bulmuştu. Yattım ve o koku, daha çok anneyi hatırlatan o sakız gibi çarşaf kokusu…

Lise sondayken Serkanların evine giderdik. Muhtemelen Hacı ve Mesut da olurdu yanımızda. Ne zaman oraya gitsek Serkan’ın annesi saate bakmaz bize kahvaltı hazırlardı. Orada hatırladığım mis gibi köy peyniri, taze ekmek, tadını hiç unutamadığım çay ve Serkan’ın annesinin bize gülerek bir şeyler anlatmasıydı. Anamı özlerdim. Serkan’ın annesi o sıcak sesiyle ana özlemimi hafifletirdi.

Doğan bir gün Hatay’dan geldi. Yanında iki koli vardı. Kolileri açtı, anne kokuyordu! Hatay’ın meşhur portakallı çöreğinden yapmıştı onlarca… Her ısırışımda annemin yanına gidiyordum. O çörekler bitmesin istiyordum. Yıllar sonra o çörekleri yapan kadının ellerini öptüğümde yine aynı koku vardı, portakal kokusu. Doğan’ın annesi portakal bahçelerinde çalışanlara çavuşluk yapardı…

Tosun Paşa derdik Mesut’un babasına. Daha vefat etmemişti. Her Boztepe’ye varışımızda annesi öyle muhteşem bir sofra yapardı ki… En çok da annemi sorması, hiç görmediği annemi sorması; anneler arasında gizli bir tanışıklık olduğu hissini uyandırdı bende. Arkadaşların anneleri tanışmasalar bile birbirlerine aşinaydılar işte. Tosun Paşa sofradaki nimetleri tek tek över, hepsinden tatmamı isterdi. Tatmak ne kelime, tabakları sünnetler öyle verirdim!

Murat’la biz çok kavga ettik. Hani öyle yumruk yumruğa değil. Ağız dalaşı. Tartışma. Rahmetli beni nerede görürse orada dalardı İran’a, radikalizme, Refah Partisi’ne… Çok gülerdim ona, o daha da dellenirdi. O kadar kızar, coşar akşamına iyice soğur, içlerinde olduğu Nurculara demediğini bırakmazdı. İkimizin de havacı gömleği vardı. Öyle tanışmıştık. O asker çocuğu olduğu için, bense güya muhalif olduğum için o gömleği giyiyorduk. Buna bile kızardı. Öyle ya asker babadan alınma gömlekle muhaliflik gücüne giderdi. Çok şey paylaştık. Çok itirafta bulunduk birbirimize. Ciğerimize kadar biliyorduk birbirimizi ama onun bağırsaklarına inen kanseri görememiştim. Ve annesi… Annemiz… Hatunoğullu Kürt kızı… Ne zaman Muratlara varsak çayımız demler, Murat sazını aldığında gelir yanımıza oturur, dertlerini güle güle anlatırdı. Ağlanacak o kadar şey anlattı ki hepsini de gülerek anlattı. Bize cesaret mi veriyordu? Korkmayın mı diyordu? Analar işte bir şekilde öğretiyorlar. Annemle hiç tanışmadı. Annemin gönderdiği yoğurtları verirdim, ahretliğinden hediye gelmiş gibi sevinirdi. Murat bizi bırakıp gittiğinde vardım annesinin yanına. Dedi ki: “Hani Murat nerede Zeki? Sen geldin, o gelmeyecek mi?..” Dizlerine yıkıldım kaldım. Saçlarımı Murat’ın saçlarını sıvazlar gibi okşadı…

Geçenlerde Emin’i aradım. Ben içimden korkarım! İçime bir şey doğdu sanki… Sesi, ne kadar kırıktı. İstanbul’a geldiğim sene cebimden harçlığımı eksik etmeyen Emin, dostum, kardeşim, arkadaşım, abim olan Emin ağlamaklıydı. Bir akşam vakti, ben deli dolu oğlan yine Eminlere varmıştım. Annesi… Hani o bol bol denilen Osmanlı kadını, devlet gibi kadın, ince kadın tarifleri var ya… İş o anne beni bağrına bastı. Yıllarca demiryolcu bir koca ve iki oğluyla istasyon istasyon ülkeyi gezen kadın bana yemek yaptı. Hatırlıyorum dolma yapmıştı. Herkesten çok ben yedim. Hatta sofradan kalktıktan sonra bile önüme bir tabak dolma koydu. Çerez gibi yedim. Çok mutlu oldu. Annem kadar mutlu oldu.

Emin dedi ki: Zeki, her zaman seni sorardı. Ne yaptı? Çoluk çocuğu nasıl? İşleri iyi mi? Hep aklındaydın.” İçimde bir dağ göçtü!

Arkadaşlarımın anneleri birer birer terk ediyorlar beni. Annemle sanki halaya tutuşmuş olan o muhteşem kadınlar, bana hayattan korkmamayı öğreten, bana arkadaşlar veren kadınlar birer birer halayın dışına çıkıyorlar. Onlar giderken etrafı bir Yasin kokusu, bir çarşaf kokusu, bir portakallı çörek kokusu kaplıyor…

Allah’ım! Ne muhteşem anneler verdin bana. Her biri koca koca devletlere denk; her biri anamın uzaklığında hasret yükümü alacak denli tüm erkeklerde güçlü!

Muhteşem olandan ayrı düşmenin acısını da verdin şükür!