Kişinin kendini bilme ve bir kimliğe sahip olma arayışı, insanlığın yazılı tarihi ile tarihlenir. Tales (Thales), Yedi Bilgeler ve Heraklitos (Herakleitos) fragmanlarından itibaren insan arayıştadır. ‘Kendini bil ve ölçülü ol!’ Sokrat ve Platon felsefelerinde de belirgin bir biçimde yer alır. Mitoloji, efsane ve masallarda da insanın ‘arayış’ ve ‘kimlik sahibi olma’ yolculukları, kahramanlıkları, olağanüstü zamanlara sıçrayışları anlatıları ile karşılaşırız. Arayış, kimlik, isim sahibi olma ve aidiyet. İnsan hayatının zaman ve mekândan bağımsız yaşama macerasının bir parçası.

Kutsal metinlerde de amaç ‘iyi, ahlaklı, faydalı işler yapan, nesli için fedakârlıkta bulunan, iyi insanı’ yetiştirmektir. “İNSAN, başıboş bırakılacağını ve dilediği gibi hareket edebileceğini mi sanır?” Kuran hitabı, bu anlamda bir hatırlatmadır. Müslüman filozof Farabî ahlak sahibi, kendini bilen, erdemli insanı “gerçek hür” olarak tarif eder. İnsan, insanın ve evrenin hatta kendisini yaratılış amacının şuurunda -farkında- olarak yaşamak için aklını kullanacaktır; çünkü aklını kullanmayan yaratılış gayesinin farkında olamaz. Bir şeylerin farkında olmak akılla mümkündür. Akleden kimliğinin ve aidiyetinin de farkındadır. Bu farkında olma hali insanın, insana ve insanın ait olduğu insanlık ailesi için iyi işler yapmasını, toplumun iyiye yönelmesi için çalışmasını temin eder.

Kimlik arayışını ve kendini bilme vurgusunu Müslüman düşünce tarihinin her döneminde ve kişisinde bulabiliriz. Müslümanların ortaya koyduğu ahlâkî metinlerin ve iyi insan olma risalelerinin temel konularındandır. Sufî dindarlar ve Müslüman Düşünce ekollerinin tamamı ‘iyi-erdemli-ahlaklı ve kendini bilen insan’ı yetiştirmek için metinler yazmışlardır. İbn Haldun’dan Gazzali’ye, Celaleddin Rumî’den Arabî ve Yunus Emre’ye kadar hatta Kınalızâde Ali Çelebi’nin Ahlak-ı Âlaî’sine kadar bu arayış kültür tarihimizde önemli yer tutar.

‘Kendini bilme’ kimi zaman ‘haddini bilme’ olarak da anlamlandırılır. İnsanın, insanlık kimliği ile isimlendirilmesi kültürel bir aidiyet ve coğrafya ile mümkün. Bu aidiyetin anlam alanında karşılık bulması da kelime ile mümkündür. Sezai Karakoç "Konuşan insan, sarf ettiği her kelimenin, etten kopan her parça gibi ruhtan kopan bir parça olduğunu unutmuş gitmiş" derken ‘insana ruhu’ndan üfleyen yaratıcıya atıf yapmış olmalı.

Müslüman dünya, teslim olduğu çarpıklıkları doğru bir dönüştürme ile kendisine ait hale getiremediğinden ontolojik bir çatışma yaşamaktadır. Modern Batı, yeryüzündeki bütün kültürlere değerlerini dayatırken evcilleştirdiği ‘yerli ve yerel köleleri’ aracılığı ile toplumu bir arada tutan bütün alanlarda tahribat yaptı hatta anlama ve algılama alanlarımızın içine sızarak zihnî-gönüllü bir kölelik üzerinden kurguladıkları ortamda bizi yaşamaya mahkûm ettiler. Müslüman dünyanın Orta Çağ kültür birikimi yerine, kendileri tarafından üretilen 18-19. yüzyıl büyük epistemolojik altüst oluş döneminden doğma değerlere teslim olmamızı ve zihnimizi, Avrupalının zihin tarihine uyarlayarak yaşamamızı, apaydınlık orta çağ tarihi mirasımızı Avrupa karanlık Orta Çağ’ı üzerinden okumaya bizi ikna ittiler.

“Ontolojik uyumsuzluğu” inşa eden “epistemolojik tasnif” Batı modernleşmesinin kültürel ve tarihî birikiminin ürünüdür. Bu kabule teslim olan ve bununla yaşayan, sorgulamadan kabul eden zihin sahiplerinden biri geçtiğimiz günlerde Kur’an ve din eğitimini eleştirmek üzere “orta çağ karanlığı” vurgusu yaparak Müslümanlara sataşırken aslında Avrupa engizisyonuna atıf yaptığının farkında bile değildi. “Kendini bilme ve ait olduğu kültürel coğrafyayı bilme” bilgisinden mahrum bırakılmış zihnin bir sayıklaması olarak yorumlamak gerek.

Zihin dünyamıza sızarak tarih, millet, kimlik ve aidiyet şuurumuzu melezleştiren güç, yaşadığımız coğrafyanın kültürel kimliğini de melezleştirerek, lügatini tahrif ederek değerlere yabancılaştırdı. Tanzimat’la başlayan kültür, tarih ve medeniyetten kopuş; yaşadığımız çağda zihnî, ahlâkî ve insanî kopuş noktasına gelmiştir. Kopuş halkaları büyüdükçe, kendimize ait kalarak, kültürümüzü ve aidiyet birikimimizi koruyarak geleceği kurmaya ‘geç kalmak’ durumu ile karşı karşıya kalacağız.

Toplumun önemli bir kısmının ve okumuş köle zihin sahiplerinin hâlâ Batı’nın dayattığı modernliği taklit-öykünme düzeyinde yaşama çabası karşısında şuuru aydınlatacak güçlü uyarıcılar kültür ve geleneğin dönüştürülebilme imkânlarından yararlanmakla mümkündür. Geleneği kutsayarak teslim olmak, en az Batıcıların taklit üzerinden teslimiyetleri kadar tehlikelidir ve toplumun zihin dünyasını aydınlatmak yerine bulanıklaştırmaktadır.

“Her toplum bir kitaba dayanır; senin kitabın hangisi?” diye soran Cemil Meriç’e kulak vermek gerek.