ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Kazakistan’da baş gösteren olaylar nedeniyle yaptığı bir açıklamada, Rusya lideri Vladimir Putin’in “Sovyetler Birliği’ni yeniden kurma” hedefi doğrultusunda hareket ettiğini ifade etti. Moskova’nın Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkeler üzerinde yeniden bir etki kurmaya çalıştığı zaten bir sır değil. Ayrıca Kremlin’in Çarlık döneminde uygulanan pan-ortodoks (Ortodoks Birliği) siyasete benzer bir kilise politikası takip ettiği de iyi biliniyor.

Ancak Putin Rusya’sının Moskova’nın elindeki tüm araçları hangi maksatla kullandığı oldukça tartışmalı bir konu. Bu tartışmanın odağında, Putin’in Rus Çarlığı, Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonu’nun birleşik bir tarihe sahip olduğunu sürekli dillendirmesi bulunuyor. Dahası Putin’in bu üç döneme ait güçlü argümanları dış politikada kullanışlı birer araca dönüştürmesi, Rusya’nın yayılmacı ve genişlemeci bir siyaset izlediğine dair şüpheleri güçlendiriyor.

Açıkçası Putin’in dış politika yaklaşımın iki temel direği söz konusu: Pragmatizm ve oportünizm. Belki ilk bakışta bu çok tuhaf ve gayri ahlaki gelebilir. Fakat Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana, Rusya’nın temel kaygısının sınırlarının güvensizliği olunca, Putin’in pragmatist ve oportünist dış politika yaklaşımı bir anlam taşıyor.

Rusya’nın müdahaleci ve saldırgan dış politikasının gerisinde jeopolitik kuşatılma endişesi olduğu çok açık. Batılı güçler bu argümanı her ne kadar kabule yanaşmasa da Moskova’nın tüm söylem ve eylemlerini, Batı’nın yayılmacı politikasını engellemeye dayandırdığı ve özellikle Rusya’nın çıkarlarını savunmak için NATO’nun genişlemesini durdurmayı varoluşsal bir sorun olarak gördüğü ortada.

Kremlin açısından böylesine tehlikeli bir zamanda dünya sahnesinde zayıflık sergilenmesi, Rusya’ya telafisi güç bedeller ödetebilir. Buradan hareketle, doğu ve batı sınırlarının güvence altına alınması, buralarda düzensizliğe, kaosa ve Batı etkisine müsaade edilmemesi şeklinde bir görüşün, Moskova’da hâkim olduğu söylenebilir.

Rusya’nın Ukrayna ve Kazakistan müdahalesini bu çerçevede okumak faydalı olabilir. Rusya, Kazakistan hamlesiyle kendi münhasır etki alanı olarak tanımladığı topraklarda kendi rızası dışında gelişen olaylara sessiz kalmayacağını bir kez daha göstermiş oldu. Fakat Rusya’nın Kazakistan’a müdahalesinden Batı’nın rahatsız olduğunu söylemek çok da doğru değil.

Bir defa kısa süreli de olsa Rusya’nın Ukrayna’dan yüzünü çevirmesine yol açtı. Ukrayna konusunda Batı’ya zaman kazandırması bakımından bu önemli. Diğer taraftan Batı dünyasında Rusya’nın askeri müdahaleci yönünü tekrar gündeme taşımak bakımından elverişli bir propaganda malzemesi elde edildi.

Rusya’nın Avrasya’daki jeopolitik gücünü ve erişimini kaybetmekten korktuğu su götürmez bir gerçek. Ek olarak Moskova, Avrasya’daki Amerikan karşıtı ittifakların özellikle Çin-Rus ittifakının zayıflamasından endişe duyuyor. Kazakistan olayları bu durumu bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Bunun yanında Putin Kazakistan hamlesiyle Çin’e, Orta Asya’nın jandarması ve büyük patronunun Rusya olduğu mesajını da göndermekten geri durmadı. Ayrıca Türk Devletleri Teşkilatını da burada bir kenara not etmekte fayda var.

Amerika’nın ise Kazakistan olaylarından bir takım kazanımlar elde etme peşinde koştuğu anlaşılıyor. Birincisi, Rusya’nın dikkatini Orta Asya’da büyüyen Çin gücüne çekmek. İkincisi ise Rusya’yı bir Çin sorunu haline getirmek. Bu bağlamda Hitler ve Stalin gibi Putin ile Şi Cinping’in (Xi Jinping) de karşı karşıya gelmesi ve birbirini tüketmesi Washington’un en büyük arzusu olduğu ileri sürülebilir.