Kar yağar bardan bardan

Yollar kapandı kardan

Ne gelen var ne giden

Haber çıkmadı yardan

İstanbul’dan Erzurum’a, Sivas’a selam olsun…

İstanbul’da kar yağdığı zaman herkesi bir telaş basar. İstanbul kışa hazır olsa da kara hiç hazır olmadı. Şehir büyüdükçe birçok nimet maalesef külfete dönüşüyor. Kar nimeti de bunlardan birisidir. Kar İstanbul’a çok yakışır. Büyük hareketlilik yaşayan şehir, beyaz örtüye bürününce herkesi eşit hale getirir. Tarihi şehir için karberekete, şükre, temizliğe, arınmaya, suya vesile olur. Görkemli tarihî kubbeler ve minareler farklı bir görünüm arz eder. Detaylar kaybolur hacimler ortaya çıkar, binaların heybetlerine şahit oluruz.  Bir de karlı havalarda çık Sultanahmet’e, bak ne ufuklar açılacak önüne.

Karlı havalarda ağaçlar beyazla süslenir;  kardelen, beyaz zambak çiçekleri açar. Eskiden evlerde karla kaplanır çatılar, damlar beyaz örtüye bürünürdü.  Şimdi gökdelenlere kar yağmıyor, yağsa da biz binaların tepelerini görmüyoruz.

 Ben sizi çocukluğumun geçtiği “soğuğun ve karın” vatanı Erzurum’a kısa bir yolculuğa çıkaracağım. Soğuğa sormuşlar nerelisin diye, o da “Erzurumluyum ancak Sivas’ta oturuyorum” demiş. Erzurum ve Sivas gibi Anadolu’nun birçok şehri, soğuğu ve karı “adam gibi” yaşar. İstanbul’da doğmuş yeni nesil bilmese de benim gibi orta ve ileri kuşak köyde doğmuş olanlar kar karşısında telaşa kapılmaz.

Mescit Dağları’nın eteğinde Tortum Çayı’nın derin vadilerinde kurulu Dikmen köyümüzde 5-6 ay kar olurdu.  Toprak damlı evlerin boyunda yağan karların arasından geçerek okula ulaşmaya çalışırdık. Kar, biz çocuklar için ayrı bir mutluluk sebebiydi, önceden hazırladığımız kızaklarla patika yollarda maratona çıkardık. Kızaktan yuvarlandığımız ya da çarpışmalar yaşadığımız anlardaki sevinci tarif etmek mümkün değil. Derin vadiler, yüksek tepeler bembeyaz örtüye bürünür aylarca öyle kalırdı.

Cemreler toprağa düşer mart- nisan aylarında, tabiat yeniden dirilmeye başlardı. Bu diriliş sadece tabiatın dirilişi değil;börtü böceğin, ağaçların, kuzuların, danaların, oğlakların dünyaya merhaba deme zamanlarıydı. Karlar erir, çayda su yükselir ve daha bir coşkuyla akardı. Karın çekilmesiyle rengârenk çiçekler bin bir renk ve kokularıyla temayüz ederdi. Nisanın sonu mayıs başı, yaylaya gitme telaşı başlardı. Büyük ve küçükbaş sürüler yavrularıyla, onlara eşlik eden eşek, katır ve atlar ev eşyalarıyla büyük bir ahenk içinde derin vadilerden yukarı tırmanarak plato olan yaylaya varılırdı. Sürülere eşlik eden köpekleri de unutmamak lazım. Benim can yoldaşım kara sevimli küçük köpeğim Samur, peşimi hiç bırakmazdı.

Yaylaya varınca uzun süre kar altında kalmış taşların yeşil yosunlarla kaplı hali ve üzerlerindeki küçük su gözeleri beni çok heyecanlandırırdı. Coşkulu bir uğultu olurdu tanımlamakta zorlandığım. Turna ve kurbağa sesleri bu melodiye eşlik ederdi. Kardelenler ne kadar zayıf ve naif dururdu.  Düzlerde karlar erimiş olurdu ancak yamaçlardaki karlı bölgeler bizim için kayak pisti idi.

Karlı çocukluk günlerine dair anlatacak çok şey var ama yerimiz yok. Erzurum’a, Tortum’a, Dikmen’e selam olsun.