Kar, kış, soğuk derken evvel zamanda işin romantik tarafını yazar söylerdik. Hepimiz için bir hikâyesi vardı bunun ve hatta ben şöyle yazmıştım;

Anadolu şehirlerinde kış nasıl geçer, çocuklar ne yapar hiç görmedim. Anadolu’yu sırtına yükleyip İstanbul’a getiren binlerce belki milyonlarca aile gibi bir aileydik. Muhtemel ki o nedenle kış deyince benim aklıma hep İstanbul geldi. Kış herkes için soğuk demektir, kar demektir, eyvallah. Lakin soğuğu ısıtabilmeyi hangi şehrin toprağında olursa olsun en ziyade çocuklar bilir.

Ben karı da, kışı da İstanbul’da gördüm, İstanbul’da açıldı gözlerim ve başka bir şehrin kışına kördüm. O sebeple her kış zihnime yalnızca beyaz örtülerinin altına gizlenmiş bir İstanbul ve bir de çocukluk kışlarımın cansız kahramanı bir kömür sobası düşer.

Soba görmeden büyüyen yahut büyüyecek çocuklara acımışımdır hep. Zira onlar hiçbir vakit bir sobanın üzerinde kaynayan çaydanlığın sesini işitmeyecek, demlikte pişen çayın kokusunu genizlerine bir tütsü gibi çekemeyecek, karlarla oynayıp evlerine geldiklerinde ıslak eldivenlerinin onun bedenine değdiremeyeceklerdir. Üzerinde pişen kestanenin ne sivri uçlu bir bıçakla çizilmesini görebilecek ne de gece vakti sobanın kapağından tavana yansıyan ateş dansını seyredemeyeceklerdir. Ne acı! Belki de tam manasıyla ısınmanın dahi ne demek olduğunu bilmeyeceklerdir.

Kış, benim çok da eski denemeyecek hatıralarımda sabahın erken vakitlerinde annemin yaktığı bir soba ile görünüverir. o çocuk erkenden kalkıp da kendisi üşümesin diye sobayı tutuşturmaya çalışan annesini seyreder durur hep. Geceleri üzerine soba kenarında ısıtılmış yorganlar örtülmüştür. Soba ateşinin dansıyla dalmıştır rüyalara… lakin o zamanlar çok eskilerde kalmış, çocuklar ne ateş dansını seyretmenin tadını, ne kömür sobasının adını bilir haldeler. Yazık!

Ben halen dahi kar ile oynarken ıslanmış eldivenini sobaya dayayıp kurutan ve onun ışığından hayalhanesinde bir şehir kuran o küçük çocuğum ve ne kadar sene geçerse geçsin yanaklarımda bir kömür sobasının sıcak nefesi ve annemin o müşfik sesi var.

Şimdi son birkaç gündür İstanbul’da yaşadıklarımıza bakınca garip bir şekilde bütün bunların uçup gittiğini görüyorum. Ve garip geliyor bana bunca pişkinlik.

Pazartesi günü o şiddetli kar yağışında ben de yoldaydım. On saatten uzunca bir süre hanımla çocukla sanırım on beş kilometrelik bir yolu gelmeye çalıştım. Çok yoğun bir kar yağışıydı ve hepimizi zorda bıraktı kabul ediyorum. Hatta hizmetteki aksaklık ve gecikmeleri de anlıyorum. Ama şunu anlamıyorum; bunca saat yolda kalmış, mağdur olmuş insanları salak yerine koyar gibi İsviçre’den millete trol demek, o kar yağışında balık yemek sonra yalan söyleyerek insanlarla baya bildiğiniz dalga geçmek, işte bunları anlamıyorum. Hem bir de üstüne bütün bunları savunan açıklamalar yapmak nasıl bir pişkinlik nasıl bir ahlak vallahi anlamıyorum.

Ne diyeyim; Allah İstanbul’un yardımcısı olsun.