Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Bayraktar, “babasını” ve onun siyasi hayatı boyunca perde gerisinde yaşadıkları güçlükleri anlattı. Bayraktar, 17-25 Aralık’ta bir insanın yaşayabileceği en zor günleri geçirdiklerini, 28 Şubat’ın travma olarak kaldığını belirtti, önyargılara vurguyla ‘Cumhurbaşkanı kızı’ olma zorluğunu da özetledi.

Diriliş Postası Betül Soysal Bozdoğan/Röportaj

Mütevazılığı, hanımefendiliği ve sıcakkanlılığı ile çok seviliyor.

İyi eğitimli, idealist ve dindar bir kadın profili olarak dikkat çekiyor.

Sevmeyeni de çok… Çoğu siyasi hesaplaşmalardan kaynaklı.

Postmodern Darbe ile cebelleşmiş, başörtüsünden vazgeçmemiş, alternatif üreterek yurt dışında okumuş, ülkesine döndüğünde çalışma alanı olarak sivil toplumu seçmiş, bu seçiminde ‘kadın’ alanına odaklanmış, bu haliyle tekelleşmiş bir yapıya çomak sokmuş, çalışmalarıyla ‘kadın’ kavramına sadece eşitlik değil ‘adalet’ perspektifinden bakmayı önermiş, “Özgecan”ların feminist ideolojinin “kullanışlı malzeme”leri haline gelmesine engel olmuş bir ‘özne kadın’dan bahsediyoruz.

Sümeyye Erdoğan Bayraktar, ülke siyasetine damgasını vurmuş bir liderin kızı. Bu nedenle konuşsa da, konuşmasa da hakkında çok şey yazılıyor.

Yazılanların çoğu ne yazık ki kurgu, yalan ve iftiradan ibaret.

Son olarak Genç Kadem’in Instagram söyleşisindeki paylaşımları, medyada çarpıtılarak haberleştirildi. Konu; Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın eğitim hayatı. Bunun üzerine eşi Selçuk Bayraktar sosyal medyadan bir tekzip yayınladı.

Yalan haberlerin hep aynı konular üzerinde dönüp durması bir şeyin, net göstergesi…

Bu sözde gazeteciler neyi hazmedemiyorlar? Bir genç kızın sisteme direnmekle birlikte sisteme rağmen başarı göstermiş olması, ailesiyle birlikte siyasetin en üst kademesinde bulunması, hükümetin başı babasıyla yurt dışı ziyaretlerinde aktif bir profil sergilemiş olması birilerini ciddi anlamda rahatsız etmiş anlaşılan.

Meselenin aslını röportajımızda net bir resim olarak ortaya koyacağız.

Röportaj yeni değil. Mülakat, bundan beş sene önce Yeni Türkiye’nin Kadınları isimli kitap çalışmam için gerçekleştirilmişti. Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın bu uzunlukta ‘hayatı ve hayat görüşü’ne dair verdiği tek röportaj. Bu anlamda güncel çıkan haberler için de bir cevap niteliğinde…

Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın çocukluğundan, eğitim hayatına, 28 Şubat mücadelesine, iş hayatına, sivil toplum çalışmalarına, FETÖ’ye, dönemin siyasi gelişmelerine, Beyaz Saray’da yaşanan anıya, babası, Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili cümlelerine varana dek tüm yorumları için hazırsanız buyrunuz.

“Bu öyle bir operasyondu ki, bize karşı olanların karşıtlıklarını, sevenlerimizin ise sevgisini çoğalttı. Bir nevi saflar belirginleşti.”

Hayat hikayeniz çok merak ediliyor, dinleyebilir miyiz? Nasıl bir ailenin içinde doğdunuz?

İstanbul, Kasımpaşa’da, 1985 yılında başladı hayat hikâyem. Dini ve toplumsal hassasiyetleri yüksek, siyasette aktif, orta sınıf diyebileceğimiz bir ailenin çocuğu olarak doğdum. Çocuk olmaya dair çok güzel şeyleri Kasımpaşa’nın sokaklarında doya doya yaşadığımı söyleyebilirim. Artık maalesef ancak nostalji olarak görülen seksek, yakantop, lastik, misket gibi oyunlar oynardık arkadaşlarla. Seyyar arabasında haşlanmış mısır ya da pamuk şeker satan, dönen salıncakla gezen amcaları gördüğümüzde annemize seslenip para isterdik. Devamlı koşar oynardık. Dizlerimizde kabuk bağlamış yaralar hiç eksik olmazdı. Sıkı arkadaşlıklarımız vardı. Sokaklar bizimdi. Şimdiki çocukların sokakta yaşamak zorunda kaldığı korku nedir bilmezdik.

Bunların yanı sıra, kendimi bildim bileli annem ve babamın yanında, kardeşlerimle beraber siyasi çalışmalara, sosyal faaliyetlere katılırdık. Annem ikişer yıl arayla sahip olduğu dört çocuğuna tek başına bakan bir anne olmasına rağmen sosyal hayattan geri durmamış, bizi de bebekliğimizden itibaren o hayata dahil etmişti. Babamın ise her zaman olağanüstü yoğun bir çalışma temposu oldu. Doğduğum yıl babam Refah Partisinin İstanbul İl Başkanlığına getirilmişti; onunla ancak geceleri saat 1’e, 2’ye kadar bekleyebilirsek görüşebiliyorduk veya hafta sonları beraber gittiğimiz programlarda.

Çocukluğunuzda gelecek tasavvurunuzda neler vardı? Hayalleriniz hangi meslek yönündeydi?

Benim hayallerim belli bir meslekten ziyade, bir şekilde insanlara yardım etmekle ilgili oldu hep. Yoksul, mağdur, haksızlığa uğramış insanlar için çalışmak istedim. Ne mutlu ki, şu an gerek devlet eliyle, gerek sivil toplum kuruluşları aracılığıyla dünyanın hemen neresinde bir zulüm, bir haksızlık, bir toplumsal sorun varsa oraya ulaşıp karınca kararınca dahi olsa yardım edebiliyorsunuz. Dolayısıyla, büyüdükçe hayallerimi gerçekleştirme imkânı bulurken, bir yandan da hayallerimin sınırının genişliyor olması heyecanımı daha da arttırıyor.

KİME YARARI VAR?

Sümeyye Erdoğan hayatıyla ilgili kararları nasıl alır? Yaşam felsefesinde merkeze aldığı unsurlar nelerdir?

En merkezde bir niyet, bir ideal olarak tabiatına uygun, tüm yaratılanlar arasında kendisine atfedilen şerefi taşıyabilen, aklına, ruhuna, bedenine ve kalbine ihanet etmeyen, gerçek bir insan olmak var. Akıl, ruh, beden ve kalp Rabbin bize lütfettiği çok yüce emanetler, bunları korumamak, kirletmek, kötüye kullanmak, kötülerin hizmetine ve emrine vermek, bu emanetlere ihanet etmektir.

Bu emanetleri hakkıyla iyi yönde kullanmak ve şerefli bir insan olmak tabi ki ancak beni var eden, beni en iyi tanıyan ve beni en çok seven gücün, yani Rabbin rızasına uyarak olur. Dolayısıyla hayatıma şekil vermesi için uğraştığım temel kıstaslar Allah rızasının ne yönde olduğunu bize öğreten Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’in uygulamaları. Daha sonra, onlarla çatışmamak şartıyla, içinde doğduğum toplum ve ailenin şartları; kişisel potansiyelini gerçekleştirirken toplumsal ahengi bozmamak.

Tabi kâmil insan olmaya çalışmanın sonu yok, bu hayat boyu sürecek bir çaba. Bu sadece kendinle uğraşarak da olamaz; içinde olduğun topluma ve insanlığa da hayrım dokunmalı. Giriştiğim her işte, aklımın bir köşesinde bunun kime ne yararı var? sorusunu tutarım. Tatmin edici bir cevap bulamadığım sürece vicdanım rahat etmez.

İYİLİK İYİYİ DESTEKLEMEK KÖTÜ İLE MÜCADELE ETMEKTİR

Tüm bunların bir de kötü olanla mücadele ayağı var. Kötülük bu kadar kolay ve yaygınken, iyi ve iyiler üzerinde ciddi bir tehdit unsuruyken, kimse oturduğu yerden, kendini dış dünyaya kapatarak ve hiçbir şeye bulaşmadan iyilikten dem vuramaz. İyilik ancak, bir taraftan iyiyi destekleyip büyütürken, bir taraftan da kötüyle tüm gücünle mücadele ederek olur.

Kararlarımı alırken, en son olarak da tabi ki kişisel, özel zevk ve tercihlerimin belirleyiciliği var. Her insan nasıl belli bir yapı, belli bir ruh dünyasına sahipse, uğraştığı işlerde de bu özelliklerin yansıması görülür. Bu özelliklerle çelişen girişimler insanı sadece huzursuz ve dolayısıyla verimsiz kılıyor. Kişisel zevklere ve genel olarak eğlenceye fazla zaman ayırmak nasıl insan potansiyelini adeta çöpe atmaksa, bunları tamamen göz ardı etmek de, bir o kadar yanlış oluyor.

YAŞIMIZ KÜÇÜK MESELEMİZ BÜYÜKTÜ

Aile olarak siyaset, bir yaşam biçimi şeklinde hayatınızın merkezindeydi. Böyle bir ailenin ferdi olmak çocuklukta size nasıl duygular yaşattı? Yaşadığınız bu tecrübe, tanıklıklar, gözlemler sizi hayata nasıl hazırladı?

Gerek aile, gerek sosyal ortamlarımızın gündemini ağırlıkla toplumsal ve siyasal hassasiyetler şekillendirdiği için hayata çok küçük yaştan hazırlandık. Çocuktuk ama dinlediğimiz, okuduğumuz, şahit olduğumuz olaylar büyüklerin dünyasına ait şeylerdi, onlarla hep iç içeydik, bu yüzden bizim de gündemimiz çoğunlukla gerçek dünyaya dair oldu. Yaşımız küçük, meselemiz büyüktü. Afganistan’a, Bağdat’a, Bosna’ya, Filistin’e yazılan marşları kalbimizden hissederek söylerdik. Devlet eliyle ötekileştirilmiş, hayat tercihlerine müdahale edilmiş hatta kimi mecralarca tehlikeli görülmüş insanlardık. Bu duygular hem duruşumda hem de benzer kaderi yaşayıp bununla mücadele eden coğrafyalara bakışımda etkili oldu.

KÖTÜLERİN GÜÇLÜ OLMASI AĞIRIMA GİDİYORDU

Babanız Sayın Recep Tayyip Erdoğan çocukluğunuzda siyaseten mağduriyetler yaşadı. Özellikle şiir okuması nedeniyle mahkûm edilmesi halkımızı da yaralamıştı. Siz duygu dünyanızda bu süreci nasıl yaşadınız?

Bir çocuk olarak döneme ait genel hislerimi tarif etmeye çalışırsam… Sürekli haksızlıklara uğrayan, dışlanan, hor görülen bir kitlenin parçasıydım. Babam halkın çok sevdiği, çok güçlü ve başarılı bir liderdi. Gel gör ki, hayatını adadığı davası bu haksızlıkların giderilmesi ve tüm ülkenin daha güzel günler görmesi olduğu için “bazı gizli eller” onun önünü kesmeye çalışıyorlardı. Aynısını, hep hikâyelerini dinlediğimiz Menderes ve arkadaşlarına da, Erbakan ve arkadaşlarına da; veya Necip Fazıl’a, Şule Y. Şenler’e de yapmışlardı, babama da yapmaları çok doğaldı, şaşırmıyorduk. Her gün hiç durmadan çalışan, şehir şehir gezen babam orada dört duvar arasında ne yapar, sıkılmaz bunalmaz mı, diyordum çocuk aklımla. Hele ki,biraz önce anlattığım gibi, bir insanın böyle bir muameleye tabi tutulmasını kaldıramıyordum. Ellerimizi kollarımızı bağlamış olmaları, “kötüler”in güçlü olması ağırıma gidiyordu. Dolayısıyla,mahkûmiyet süreci hepimiz için acı verici bir dönemdi. Ama babamın haksız yere cezalandırılmış olması ve halkımızın da bunun farkında oluşu bizi güçlü ve ümitvar kıldı.

BAŞÖRTÜLÜ OKUMAK İÇİN ÖNCE TRABZON SONRA YURT DIŞI

Eğitim hayatınızdan bahseder misiniz?

Okul hayatına 5 yaşımda anaokulu ile başladım. Bir sene sonra başladığım ilkokulu ilk 3 yıl Kasımpaşa’da, Kaptanpaşa İlkokulu’nda ve Üsküdar’ataşındıktan sonra da Altunizade Hafize Özal İlköğretim Okulu’nda okudum.

Ortaokul ve lise eğitimimi Kadıköy Yabancı Dil Ağırlıklı İmam Hatip Lisesi’nde aldım, fakat mezuniyet öncesi son dönemde okulumuzda başörtüsü yasağı başladığı için Trabzon’daki Araklı İmam Hatip Lisesi’ne geçiş yapmak zorunda kaldım. Burası müfettişlerin çok uğramadığı, yani kızların başörtüleriyle okuyabildiği küçük bir okuldu. Ben de oradan mezun olmuş oldum.

Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı ve İmam Hatip Liselerini hedef alan katsayı uygulamasından dolayı üniversite planlarımı en baştan yurtdışına yönelik olarak yaptım. O dönem, benim gibi İmam Hatip mezunu olan Bilal ağabeyim yine katsayı uygulamasından dolayı zaten Amerika’da Indiana Üniversitesi, Bloomington’da okumaya başlamıştı. Onun ardından ablam Esra ve ben de liseyi bitirince onun yanına, aynı okula gittik.

Bölüm seçerken çok zorlandığımı söyleyebilirim. Herkes iyi bir kariyer için okunması gereken bölümlerden bahsediyordu. Bense, okumuş olmak için, yani prestijli görünmek veya iyi bir işe sahip olmak için okumak istemiyordum. Hayalimde sivil oluşumlarda yoksul, haksızlığa uğramış, mağdur insanlara yardım etmek vardı hep. Bu yüzden üniversiteyi de sadece bilgi birikimimi artırmak ve alanımda daha faydalı bir insan olmak için bir araç olarak gördüm. Seçeceğim bölüm de özelde alanıma yönelik, genelde ise ilgimi çeken derslerden oluşmalıydı. Böyle olunca bölümüme içerdiği derslere göre karar verdim, o da Policy Studies yani Yönetim Çalışmaları oldu.  Yaz dönemlerinde de ders alarak 3,5 yılda okulumu bitirip 2005 sonunda yurda dönüş yaptım.

Uzun zamandır içimde olan Arapça öğrenme hayalimi gerçekleştirmek için döner dönmez bir arkadaşımla beraber Ürdün’e gittim. Orada 4 ay kalıp Ürdün Üniversitesi’nin dil kursuna katıldım. Burada daha çok Kuran Arapçasını anlamaya yönelik bir çalışmamız oldu.

Daha sonra 2007-2008 döneminde London School of Economics’te, yine alanıma yönelik olarak Sosyal Politika departmanında STK’lar ve Kalkınma üzerine yüksek lisans yaptım. Tezimi Türkiye özelinde, yoksulluk alanında çalışan STK’ların devletle ilişkileri üzerine yazdım.

28 ŞUBAT HAYATIMIN EN BÜYÜK TRAVMASIDIR

28 Şubat Postmodern Darbesi’nin hayatınızdaki etkileri nelerdir?

Benim 28 Şubat tecrübem hayatımın en büyük travmalarındandır. Ben lise son sınıftayken üniversitelerde uygulanmaya çoktan başlanmış olan başörtüsü yasağı zaten tüm gündemimizi işgal ediyordu. Her lise öğrencisi keyfince üniversite planları yapıp gelecek hayalleri kurarken biz “meslek tercihi” ifadesini bile unutmuş, üniversitenin olmadığı bir hayat planını başka neyle doldurabileceğimizi, yerine alternatif olarak ne koyabileceğimizi düşünüyorduk. Kaldı ki,  Kadıköy İmam Hatip Lisesi benim dönemime kadar Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin en iyi bölümlerine giren yüzlerce mezun vermiş, dereceler çıkarmış bir okuldu. Benim dönem arkadaşlarım da ders başarısı oldukça yüksek ve mutlaka üniversite okumak isteyen öğrencilerden oluşuyordu. Yaşımızı aşan kitaplar okur, yazılar yazardık. Okumak, öğrenmek, ilim, bunlar olmazsa olmazlardı bizim için. En azından liseyi rahatça başörtümüzle bitirelim, sonra üniversitede bir yol düşünürüz diyorduk. Kimi dışardan bitirmeyi, kimi başörtüsü yasağını uygulamayan ama denkliği de olmayan üniversitelere gitmeyi, kimi yurtdışına gidip okumayı, kimi mecbur kalırsa perukla veya başını açarak gitmeyi, başını asla açmayacak olup yurtdışı gibi alternatifleri de olmayanlar ise kendilerini geliştirebilecekleri kurslara yönelmeyi düşünüyordu. Çok şükür ben o zaman yurtdışında okuma imkânına erişmiş ve son sene boyunca İngilizce çalışmış, ABD’nin SAT sınavına hazırlanmıştım. Fakat liseden mezun olmaya bir dönem kala yasak okuluma da gelince öylece kalakaldım. Çünkü lise diploması yoksa bir senedir hazırlandığım yurtdışındaki üniversiteye gitme şansım da olmayacaktı. Bu arada ben de başımı asla açmamaya kararlı olanlardandım ki, bu konuda anne babamın hiçbir telkini olmamış, kararı bana bırakmışlardı.

HAK GASPINA HERKESİ ŞAHİT KILMA İSTEĞİ

Dolayısıyla, üniversite planlarımın heba olması pahasına, lise mezunu dahi olamama pahasına başımı açmayacak, sonuna kadar direnecektim, deneyebileceğim ne yol varsa deneyecektim, kimse eğitim hakkımızı elimizden alamazdı, yeterince sağlam direnirsek mutlaka bir yol açılırdı. Ümidim, inancım hiç bitmedi. Ve bizler bu inançla, Şubat tatilinden döndüğümüzde, dönemin ilk günü, kapısında onlarca polis görüp, her zamanki halimizle alınmadığımız okulumuza, yine her gün ve her zamanki halimizle gitmeye devam ettik. Evet, her sabah okul kapısında gün geçtikçe sayısı artan çevik kuvvet ekipleriyle karşı karşıya geliyor, okula girmeye çalışıp alınmıyorduk. Bekleyişimiz eyleme dönüştü. İlk günlerde erkek öğrenciler de bize uygulanan yasağa tepki koyup derslere girmiyorlar, bizimle beraber eylem yapıyorlardı. Bu arada, ben beş bin kişilik bir okuldan ve o vızır vızır Acıbadem Caddesi’nden bahsediyorum. Tabi, böyle bir kalabalık caddenin doğal ahengini fazlasıyla bozuyordu. Polisler çok geçmeden karşı kaldırımda durmamıza dahi izin vermemeye başladılar. Biz ise hem okula girme talebimizde, hem de oradaki hak gasbına herkesi şahit kılma isteğimizde ısrarcıydık. Akşamları toplanıp nasıl eylem yapacağımızı, nerede toplanıp, hangi sokaktan çıkarsak okula daha fazla yaklaşabileceğimizi planlıyorduk. Bu arada, bir yandan her gün haksız bir şekilde okula alınmadığımızı yazarak tutanak altına alıyor, bir yandan da dilekçelerimizle yetkililerin kapısını çalıp derdimizi anlatmaya çalışıyorduk.

‘EYLEM AHLAKI’

Her daim yanımızda olan bir avuç duyarlı velinin desteği haricinde bunların hepsini kendi başımıza yapıyorduk. Hukukla da, devlet daireleriyle de, emniyet güçleriyle de böyle acı bir şekilde tanışmış olduk. Yalnız geriye dönüp baktığımda, özellikle de yakın dönemde şahit olduğumuz sokak eylemleriyle karşılaştırdığımda, bir yıl boyunca süren ve eğitim hakkı gibi temel bir hakkın müdafaası için yaptığımız eylemlerde kamuya ait hiçbir şeye ve hiçbir kişiye zarar vermemiş olmamız, görüyorum ki, son derece asil ve demokratik açıdan da olgun bir eylem ahlakını yansıtıyordu..

DİRENİŞİ İLK BOZANLAR…

Bir noktadan sonra, aramızdaki, o zaman “Nurcu” sandığımız, Gülenci arkadaşlar “sizin yüzünüzden bizim de başımız yanacak” diyerek baskı yapmaya başladılar. Bize göre direniş aynen devam edebilirse yasağı kaldırtabilme ihtimalimiz yüksekti. Fakat daha bu kadar erken bir dönemde bu arkadaşlar, sonradan öğrendiğimize göre yukarıdan gelen bir talimatla, direnişi ilk bozanlar oldular. Onlar bir kere okula girdikten sonra okul yönetimi ve emniyet görevlileri “direnişin kırılabileceği” sinyalini aldı; onlar müdahalelerinde güçlenirken, bizim eylemimiz anlamını yitirmeye başladı. Artık eylem bile yapamadığım okuldan eve ağlayarak dönüyordum. Birçok arkadaşım evinde ailesi tarafından da başını açması yönünde baskı gördüğü için çok ciddi bunalımlar yaşıyordu.

KENDİMİ SUÇLU HİSSEDİYORDUM

Nihayet devamsızlık limitimin dolmasına 1-2 gün kala güzel bir haber geldi. Babamı liseden bir arkadaşı telefonla aramıştı. Yıllardır görmediği arkadaşıyla hasbihal ederken konu benim okul meseleme geldi. Arkadaşı, babama kendisinin Trabzon Araklı İmam Hatip Lisesi’nin müdürü olduğunu, orası küçük bir okul olduğu için müfettişlerin çok üstüne düşmediğini ve bu nedenle kız öğrencilerin başını açtırmadığını, beni de okula alabileceğini söyledi. O telefon en daraldığımız anda adeta bir ışık olmuştu bize. Bu tevafukun güzel tarafı, üniversiteye beraber başvurduğum, yani yurtdışına beraber gitmeyi planladığım okul arkadaşım da Trabzonlu idi ve orada akrabaları vardı. Hemen arkadaşımı aradım, “bavulunu topla Trabzon’a gidiyoruz” dedim ve ertesi gün yola çıktık. Bu sırada arkadaşlarımın bir kısmı yine sorun olmayan başka küçük şehirlere gitmişti. Bir kısmı da artık peruk takıp okula girmeye başlamıştı ki, ben onların olmadığı bir çözüm bulduğum için adeta onlara ihanet etmiş gibi, kendimi suçlu hissediyordum. Trabzon’da kaldığım süre boyunca bu vicdan azabıyla boğuştum. Bu süreçte istemeden başını açmak zorunda kalan bir sürü arkadaşım da oldu. Şu açık ki, bu dönem çok zor bir dönemdi ve bazılarımıza istemediğimiz şeyler yaptırdı. Gencecik çocukları altından kalkılması zor imtihanlar ve travmalarla karşı karşıya bıraktı.

Trabzon’da 2 ay boyunca her gün, kaldığımız Merkez ilçe ile okulun olduğu Araklı arasında bir Toros’ta şoför hariç 6 kişi ile 45 dakika süren yolu arşınladık. Araklı İHL’deki arkadaşlarımızı ve hocalarımızı çok sevdik. Çok misafirperver ve çok sıcaktılar. Bu arada, işin enteresan tarafı, müdür ve müdür yardımcılarımız hariç kimse benim Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı olduğumu bilmiyordu. Orada olduğum, dolayısıyla orada yasağın uygulanmadığı duyulup okuldaki diğer kızların da başı derde girmesin diye kim olduğumu bin bir çabayla saklamıştık. Oradaki arkadaşlarımız ve hocalarımız hala ara ara dost sohbetlerimize konu olurlar, Allah hepsinden razı olsun.

POSTMODERN DARBE BANA MOTİVASYON VE İDEALİZM KATTI

Fakat bu güzelliklere rağmen yaşadığımız hak gasbının acısı, böyle bir mecburiyetten dolayı aileden ve günlerdir bu direnişi paylaştığım arkadaşlardan birdenbire ayrılmış olmanın burukluğu ve tabi ki az önce bahsettiğim, benim gibi bir çözüm bulamayan arkadaşlarımın ne yapıyor olduğu düşüncesi oradaki iki ayımın hep buruk ve hüzünlü geçmesine neden olmuştu. Hem Kadıköy İHL’ndeki eylem dönemimizde, hem de Araklı günlerimde yaşadıklarımla nasıl bilendiğimi, ders çalışırken sık sık uzaklara dalıp defterlere, masamın karşısındaki duvara neler yazdığımı hatırlıyorum… Bize bu yapılanların karşılığında, bize ikinci sınıf insan muamelesi yapan o bir avuç kendini bilmeze inat, biz dimdik durmalıydık, kendimizi asla ezdirmemeliydik, başkalarının da ezilmemesi için elimizden geleni yapmalıydık. Biz çok okumalı, çok güçlenmeli, hangi alanda olursak olalım, liyakatli, söz sahibi insanlar olmalıydık. Kendisini her türlü hak ve hukukun, her türlü temel referans sisteminin üzerinde gören o bir avuç zümreye inat, bizim yaşadıklarımızı kimsenin yaşamaması için, daha adil bir sistemin gelmesi için, belirleyici olanın güç ve para değil, hak ve adalet olduğu bir ülkede yaşamak için var gücümüzle uğraşmalıydık. Dolayısıyla 28 Şubat’ın bende adalet, hak, güç gibi kavramlarla ilgili ciddi bir hassasiyet bıraktığını, ve hayat yolumu çizerken bana ciddi bir motivasyon ve idealizm kattığını söyleyebilirim.

KAYITLARA GEÇSİN İSTİYORUM

Halihazırda hangi görevi yapmaktasınız?

Aslında, yakın zamana kadar, yani babamın cumhurbaşkanı seçilmesine kadar olan 4 yıllık süreçte babamın özel siyasi danışmanlığını yaptım. Son 1 yıldır da resmen partimizin Genel Başkan danışmanıydım. Hükümetin politikalarıyla ilgili kamuoyunun nabzını da dikkate alan raporlar sunuyordum. İç ve dış basın takibi yaparak Genel Başkanımıza gözden kaçmış olabilecek önemli gelişmeleri aktarıyordum. Yurt gezilerinde insanları dinleyip talepleriyle ilgili partinin ilgili birimlerini bilgilendiriyordum.

Burada söylemekten bile hicap ediyorum ama çok ahlaksızca iftiralar atıldığı için kayıtlara geçsin istiyorum. Gerek fahri danışmanlık gerekse Genel Başkan danışmanlığı yaparken hiçbir zaman maaş ya da başka bir ücret almadım.

Babamın cumhurbaşkanlığı görevine gelmesiyle ben de Genel Başkan danışmanlığı görevimden istifa ettim. Aslında Başbakanımız Sayın Davutoğlu ile devam etmek benim için çok güzel bir tecrübe olurdu. Eskiden Başbakanın hem kızı, hem de danışmanı olmak birbirini bağlıyor ve ister istemez kendimi sürekli geri çekmeme neden oluyordu. Yeni dönemde sadece danışman olarak daha rahat görev yapabilirdim belki. Fakat artık üniversite yıllarında da hayalimde olan ve kendimi en iyi hissettiğim alan olan sivil toplum çalışmalarıma ağırlık verip toplum için artık başka bir kulvarda çalışmaya devam edeceğim.

KADIN MESELESİNDE YENİ BİR BAKIŞ

Hâlihazırda da, 1,5yıl önce kurduğumuz Kadın ve Demokrasi Derneği-KADEM’in başkan yardımcısı olarak çalışıyorum. Kadın hakları tartışmalarını insan hakları zemininde tartışmanın daha doğru olduğunu düşünüyor ve meseleleri bu bakış açısıyla ele alıyoruz. Referanslarımızı, elbette inancımız, özgürlükler, demokrasi, insan hakları, kültürel değerlerimiz, çağın ve toplumun gereklilikleri belirliyor. Temel referansımız olan inancımızla çatışan söylem ve uygulamalara eleştirel yaklaşıyoruz. İnancımızla örtüşen, tüm insanlık için faydalı olduğunu düşündüğümüz kriterleri benimsiyoruz. İşte böyle bir zihinsel altyapıyla, genel olarak, kadınların yaşadıkları mağduriyetlerin giderilmesi, kadınların karar mekanizmalarında daha çok yer alması, kadınlarla ilgili tartışmaların daha doğru bir zemine oturtulması için hem yerel, hem ulusal, hem de uluslararası ölçeklerde fikir ve eyleme yönelik çok çeşitli çalışmalarda bulunuyoruz.

AYRIMCILIKLAR, ÖNYARGILAR…

Hayatınızda eğitimi önemsediniz, kişisel donanımlarınıza yatırım yaptınız. Peki hem başörtülü hem de “Cumhurbaşkanı’nın kızı” olmakla birlikte, tüm bu donanımları göz ardı eden negatif bir ayrımcılıkla karşılaştınız mı?

Kesinlikle. Öncelikle, Cumhurbaşkanı’nın veya genel olarak güçlü bir pozisyondaki birinin yakını olduğunuz zaman ilk etapta hep o bağlantınızla tanımlanırsınız. Bu bağlantı sizin bütün kişisel özelliklerinizin önüne geçer. Ne sokakta gezerken, ne de profesyonel bir ortamda tek başınıza bulunurken; yani soyadınızdan dolayı bulunmadığınız yerlerde dahi objektif bir yaklaşımla karşı karşıya olduğunuzdan emin olamazsınız.

İkinci olarak da, böyle güçlü pozisyonlardaki insanların yakınlarının bu gücü kişisel çıkarları için kullandığı, bu güç varken kişisel hiçbir emek harcamayacağı, başarı göstermeyeceği varsayılır. Tüm başarılarının direk bu güçten kaynaklandığı düşünülür. Bu varsayımların tamamen kötü niyetli olduğunu söyleyemem; sonuçta, tarih bu varsayımları doğrulayan talihsiz örneklerle dolu. Fakat kötü örneklerin aynı olan her durumda geçerli olacağını düşünmek bir önyargıdan ve adaletsizlikten ibarettir ki, insanlar genelde bunu düşünmezler.

İşin ilginç yanı, bu önyargı ve adaletsizliği aslında, tam tersi yönüyle, yakını olduğunuz o güçlü kişinin hayranları, sevenleri de gösterir size. Daha sizi tanımadan gözlerinde yücelten çok insan vardır ki, farkında olmadan onlar da sizin kişisel özelliklerinizi, kimliğinizi göz ardı etmiş olurlar. Ve bu da, dışarıdan pozitif ayrımcılık olarak algılansa da, benim için bahsettiğiniz negatif ayrımcılıktan farksızdır.

DEVLET SİSTEMATİK UYGULAMALARLA ENGELLEDİ

Bunların yanında ifade ettiğiniz gibi bir de başörtülü olmanın getirdiği ayrımcılıklar var. Son 10 yılda başörtülülerin yaşadığı sorunlar hukuksal anlamda -tamamen olmasa da- büyük ölçüde çözüldü. Birçok çevrede ve kurumda eskiden karşılaşılan kötü tavırlar ve muameleler de büyük ölçüde azaldı. Fakat buna rağmen belli bir kesim hala zihinlerindeki önyargıyı aşabilmiş değil. Güçlü sayılan birinin yakını olmak normalde başörtüsü dolayısıyla maruz kalacağınız negatif ayrımcılığı bir nebze azaltsa da, başörtüsünün yaygın olmadığı her ortamda, başörtüsüne alışık olmayan çoğu kişinin size ilk bakışında, hak ettiğiniz saygı yoktur. Konuştukça bir nebze kırılır bu önyargılar ama çoğuyla oturup konuşma fırsatınız olmaz. Bu öyle bir ‘ye kürküm ye’ dünyasıdır ki, bazen ilk etapta size kıymet vermediği bariz olan insanların, mesela benim örneğimdeki gibi LSE’den mezun olduğunuzu duyunca ilgi göstermeye başladığını görürsünüz. Tabi bu tip önyargılara sadece başörtülüler ya da sadece dindarlar değil; Kürtler, Aleviler, Romanlar, hatta genel olarak kadınlar ve daha birçok kesim maruz kalıyor. Tabi ki, burada başörtülülerin yaşadığı ayrımcılığı ön plana çeken şey, diğerlerinden farklı olarak; devlet tarafından, sistematik bir şekilde, yönetmeliklerle, belli yerlere başörtülülerin girmesinin engellenmesi, normalde devlet tarafından vatandaşlara sağlanması mecbur olan eğitim gibi bazı en temel haklarından yine devlet eliyle mahrum bırakılmalarıdır. Ve bunun en yakın dönemde yaşanan sistematik ayrımcılık olmasıdır.

“İMAJI BOZAN” UNSUR

Bunu ayırımcılıkları yarıştırmak için söylemiyorum. Siz bana benim bizzat yaşadığım ayrımcılığı soruyorsunuz, ben de bunu anlatıyorum fakat buna rağmen “yine mi başörtüsü üzerinden mağdur edebiyatı” ezberine baştan cevap vermiş olmak için bu detaylara giriyorum. Evet, maalesef, Türkiye’de ayrımcılıklara maruz kalmış birçok kesim gibi, başörtülüler de, hala, belli kurum ve kesimlerce dikkate alınmak, saygı duyulmak için ekstra iyi ve ekstra başarılı olmak durumundalar. Aynı özelliklerde başka insanlarda hoş görülebilen hatalar başörtülülerde hemen kınanıyor mesela. Çok başarılı oldukları durumlarda bile hak ettikleri pozisyonlara gelemiyorlar. Çünkü başörtüsü bazı çevrelerce hala, kurucu elitlerin zihinlerine başarıyla yerleştirdikleri kodlamalar/önyargılar sayesinde, “imajı bozan” bir unsur olarak görülüyor.

BEYAZ SARAY’DA BİR AKŞAM

Birçok üst düzey toplantı, seyahat, sempozyum, konferans ve görüşmelerde bulundunuz. Sizin için özel önemi haiz bir hatıranız var mı bizimle paylaşabileceğiniz?

2004 yılında yaptığımız ABD ziyaretinde babam George Bush’la görüştüğü esnada ben de annemin Laura Bush ile görüşmesine eşlik ediyordum. Daha 19 yaşındaydım. O dönem malum Amerika’nın Irak savaşı sürüyordu ve temel gündem maddesi bu savaştı. Aramızda gayet güzel bir sohbet geçerken Laura Bush bana dönerek “Peki halkınız arasındaki Amerikan düşmanlığına ne diyorsunuz?” gibi bir soru sordu. Komşumuz olan bir ülkenin işgal edildiği, binlerce masum insanın olduğu bir savaş devam ederken sorduğu bu umarsız soruya gerçekten sinirlenmiştim. Saliseler içinde bir yandan sinirime hâkim olmaya çalıştım, bir yandan da sorunun hak ettiği cevabı kibar bir şekilde verebilmek için en iyi ne diyebileceğimi düşündüm ve “halkımız Amerika’ya değil savaşa düşman” dedim. Bu yeterli olabilirdi ama beni tatmin etmedi, “Allah’ım bir şeyler daha demeliyim” diyordum içimden ama bu işler de tecrübe meselesi tabi… Bu sırada annemin devreye girmesi ve Bayan Bush’un da başka bir konuya geçmesiyle diyalog normale döndü. Fakat ben içimden söylenmeye devam ediyordum. O gün orada yaşadığım sinir harbini hiç unutamam.

Görüşmeden çıktıktan sonra babamın görüşmesinde de, George Bush’un babama aynı soruyu yönelttiğini öğrendiğimde, bu işlerin nasıl planlı olduğunu görmüştüm. Bu yaşadığımı benim için bir hatıra olarak daha özel kılan ise, babamın da aynen benim gibi “halkımız Amerika’dan değil savaştan nefret ediyor” diyerek cevabına başladığını öğrenmemdi.

VESAYETLERE RAĞMEN

Babanızın yaşadığı siyaset tecrübesini tarihsel bir perspektiften baktığınızda nasıl tanımlıyorsunuz? Son on yıl tarihe nasıl geçecek?

Türkiye’nin şimdiye kadar içinden geçtiği siyasi hayata baktığınızda çok belli başlı dönüm noktaları var ve bunların bir kısmı (darbeler ve terör gibi) Türkiye’yi onlarca yıl geri götürürken, diğerleri ise (ilerlemeci ve açılımcı hükümet dönemleri gibi) kısa dönemde çok büyük mesafeler kat ettirmiş ülkeye. Ben Rabbime şükrediyorum ki, babamın başbakanlık dönemi de bu başarılı dönüm noktalarından biri oldu. 10 yıl gibi kısa bir sürede, eskisiyle kıyaslandığında, Türkiye ciddi mesafeler kat etti. Sadece coğrafi konumuyla değil, stratejileriyle de, dünyanın büyük güçleri finansal krizle debelenirken Türkiye ekonomisi yükselen trendini korudu, IMF’ye olan borcunu kapatıp kendi ayakları üzerinde duran bir ülke haline geldi. Bütün bunlar olurken, uluslararası finans kuruluşlarının baskılarına rağmen kamu harcamaları kısılmadı, faizler düşük tutuldu. Böylece halk bu lobilere ezdirilmedi, refah düzeyleri kendi kategorimizdeki ülkelere kıyasla yüksek tutuldu. Özellikle korunmaya muhtaç kesime yönelik hizmetlere bakıldığında, sosyal politikalarda cesur reformlar yapıldı.

Tabi ki, bunların hangi bağlamda gerçekleştiğini iyi görmek lazım. Dünyada belli bir stratejik önemi haiz tüm gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin de, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, ayağına prangalar takılarak gelişmesi, ilerlemesi engellenmek istendi. Bunlar arasında finans dünyasının baskıları; sağ-sol, dindar-seküler, Kürt-Türk ve Alevi-Sünni çekişmeleri; askeri, bürokratik ve “paralel” vesayetler; ve en önemlisi de, terörü sayabiliriz. Az önce bahsettiğim tüm ilerlemeler, bu vesayetlere ve engellere rağmen kaydedildi. Daha doğrusu, bu engeller kaldırıla kaldırıla ilerlendi. Türkiye artık finans lobisine kendini ezdirmeyen, kendi kararlarını kendi alabilen bir ülke..Türkiye’de artık, halk içindeki suni gerilimler eski etki alanını bulamıyor. Türkiye’de artık ordu olması gerektiği konumda… Paralel yapılanmanın bulaştığı suçlar ve kötü emelleri bir bir deşifre edilmiş ve devletten kararlı bir şekilde temizlenmekte. Terör, son dönemdeki dış gelişmelerin sebep olduğu yalpalamalara rağmen çözülme noktasına geldi.

BASKILARDAN BIKMIŞ HALKIN KENDİ İÇİNDEN ÇIKARDIĞI LİDER

Bütün bu reformların nasıl bir insanın liderliğinde, nasıl bir yönetimle başarıldığı, benim için reformların kendisinden daha da dikkat çekici. Recep Tayyip Erdoğan dünya tarihine; on yılların statükocu ve seçkinci baskılarından bıkmış bir halkın, kendi içinden çıkardığı; gücünü ve etkinliğini ne aile, ne cemaat, ne ekonomik ve hatta ne de kariyer planlarından alan; baskılara karşı dimdik durabilmiş; bir yandan da stratejik aklı ve siyaset deneyimiyle ülkenin ve bölgenin kaderini gerçekçi, etkili ve anlamlı bir şekilde değiştirebilmiş, belki de en başarılı lider olarak geçecektir.

17-25 ARALIK’TA ARKAMIZDAN BIÇAKLANDIK

AK Parti iktidarında Türkiye çok büyük bir dönüşüm yaşadı. Bu dönüşüme engel olmaya çalışan bir girişim ise hayli farklı bir tecrübe yaşattı. 17-25 Aralık Yargı Darbesi Girişimi’nin siyaseti bir tarafa bırakırsanız, sizin özel dünyanızdaki karşılığı nedir?

İşin siyaset kısmına girmemek zor olacak ama deneyeceğim. Benim için 17-25 Aralık girişimleri büyük resimde, hak/hukuk tanımaz sapkın bir kişinin, karanlık ilişkilerle, kendi sapkın emelleri için, içinde yetiştiği topluma ve mensubu olduğu dine yalan ve iftira ile ihanet etmesidir. Daha kişisel zeminde ise, 17-25 Aralık Türkiye’de büyük bir çoğunluğun tecrübesinde, bir insanın arkadaşını arkadan bıçaklamasına benzer. Metotlar ve usuller çok farklı olabilse de, nihayetinde aynı yolda ve aynı hedefe doğru yürüyor gözüken, yani bir tarafın öyle zannettiği, iki arkadaştan biri tüm bu arkadaşlık süreci boyunca diğerini gizli emelleri için adeta kullanmış ve sonra da sinsice kuyusunu kazıp, onu haince, nankörce, onursuzca arkadan bıçaklamıştır.

Bizi bilmeyen, sevmeyen, bize karşı kötü niyetli olanların yıllardır ailemin tüm fertleri hakkında yaydıkları iftiraları umursamaz olmuştuk da; arkadaş gözükenlerin, bizi çok iyi tanıyıp, o suçu işlemediğimizi bilmelerine rağmen bize iftira atması, milyonlar önünde adımızı lekelemeye, suçlu göstermeye çalışması, gerçekten bir insanın hayatında yaşayabileceği en acı tecrübelerden biri olsa gerek.

SAFLAR BELİRGİNLEŞTİ

Bu öyle bir operasyondu ki, bize karşı olanların karşıtlıklarını, sevenlerimizin ise sevgisini çoğalttı. Bir nevi saflar belirginleşti. Milli İrade Platformu gibi, belki de Türkiye tarihinin en büyük ölçekli sivil inisiyatifinin böyle bir süreçte oluşması ve tüm dini cemaatlerin karşısında bu grubun yalnız kalmış olması manidardır. Fakat ne yazık ki, bazı dost bildiklerimiz arasından, “yarın bir gün iki tarafa da ihtiyacım olabilir” hesabı yaptığından safını belli edemeyen; paralel örgütle el altından iş tutarken, bizimle olan ilişkisini de aynen devam ettirmeye çalışan zayıf karakterliler çıktı. Bunların arasından, sayıca az da olsa, bir hainin attığı çamura bakıp, dostundan çok o haine inanan, zor gününde mertçe dostuna sahip çıkması gerekirken, dostunun itham edildiğinden katbekat haince suçları işleyen ve vatan haini olan insanlarla gizliden iş tutmaya devam eden insanlar da çıktı.

ÖRGÜT BAZI İNSANLARDA DİN VE CEMAAT DUYGUSUNA ZARAR VERDİ

Olayın aktörlerine bakarsak, 17-25 Aralık süreci bana, bir insanın derin merkezlerle iş tutup yeterince manipüle edebilirse, yüzbinlerce masum insanı nasıl kötüye hizmet ettirebileceğini gösterdi. Bu örgüt kendi çıkarları uğruna; yalan, iftira, tehdit, şantaj, tecessüs, kul hakkına girme gibi birçok din dışı ve gayri ahlaki uygulamayı kendi takipçilerine dinen meşruymuş gibi gösterip alışkanlık haline getirmişti. Neyse ki toplumun çok çeşitli katman ve kurumlarından bu suçlardan mustarip olunan yüzlerce örneğin gün yüzüne çıkmasıyla toplum da gerçekleri gördü. Fakat bu sürecin benim için en acı olan tarafı, örgütün bu uygulamalarıyla bazı insanlardaki din ve cemaat duygusuna zarar vermiş olmalarıdır. Bu açıdan ben şahsen, zekânın da, ilmin de, Allah rızası ile Allah yolunda kullanılmazsa ne fenalıklara yol açabileceğini gördüm. Bir kişi veya kuruma körü körüne bağlanmanın, aklını ve ruhunu satmanın ne kadar acınası bir hal olduğunu gördüm. Kuran-ı Kerim’de defalarca akla, düşünmeye ve “kalple düşünme”ye ve tefekküre yapılan vurgunun sebebini, mahiyetini daha iyi anladım.

BABAM DUYGUSAL VE GERÇEKTİR

Babanızın çocuklara karşı müşfik ve duygulu olduğu gözlemleniyor. Şiir okuyan, ağlayabilen, halkıyla kucaklaşan bir lider portresi görüyoruz. Bazı zamanlarda ise Sayın Cumhurbaşkanı sert ve geri adım atmayan tavırlarıyla dikkatleri çekiyor. Babanızın siyasetteki duruşunu siz nasıl tanımlarsınız?

Babam genel olarak duygusal bir insan. Sahici, samimi bir insan..Hüznünü de, sevincini de, kızgınlığını da, sevgisini de, merhametini de, saklamaya ihtiyaç duymadan ve dolu dolu yaşayan bir insan. Yıllarca politikanın ön saflarında çalışmış bir insanın bu hali koruyabilmiş olması nadir rastlanan bir durum. Hâlbuki, bazı insanlar politikacı da olsa hiçbir yerde rol yapma gereği duymayacak kadar kendilerinden emin veya rol yapamayacak kadar dürüsttürler. Bu biraz da adaletten ileri gelir. Bir durumun veya bir kişinin hak ettiği gibi davranmak… Yanlış bir hareket yapan karşısında hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, gerekli tepkiyi vermemek, o yanlış hareketi teşvik etmek olur. Doğru ve iyi bir duruşa da destek ve sevgi ile yaklaşmak o doğruluğu, iyiliği çoğaltır.

Geri adım atmama hali ise duygusal olarak sert tavır takınma halinden farklı bence. Babam siyasetinin her aşamasında istişareyi çok ön planda tutmuş, bunu özellikle parti içinde kurumsallaştırma gayretinde olmuştur. İstişareleri sonunda da bir karar aldığında asla taviz vermez. Bu bir liderin başarılı olmasında vazgeçilemez bir özelliktir. Yani kararsız, bir gün söylediğini ertesi gün geri alan bir lider olsaydı, ne saygı uyandırırdı, ne de bu ülkede 10 yılda yapılan dev reformlara öncülük edebilirdi.

Babamı sert ve tavizsiz görenler kendisinin saatlerce süren istişare toplantılarının, bizimle yaptığı tartışmaların farkında değiller. Babam ortak akla çok önem verir. Her konuda tartışır, kimin ne söylediğini dinler, bütün bunlardan sonra da karar verdiğinde taviz vermez. Sokaktaki insanın bir konuda kararsız kalma veya işi akışına bırakma lüksü varken, bir yönetici karar almak ve uygulamak zorundadır.

Özetle, babamın liderliğinin, sizin sorduğunuz bağlamda, en belirleyici özellikleri; çözüm odaklı oluşu, iş bitirici oluşu, istişareye önem vermesi, kararlılığı, kararında dik durup sonuna kadar takip etmesi ve aynı zamanda duygusal ve gerçek oluşu.

AYNI YOLDA OLMAK

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi hedefleri, idealleri sizin ve aileniz için ne anlam ifade ediyor? Sizi nasıl etkiledi?

Şöyle söyleyebilirim; babamın dava bildiği şeyi biz de dava bildik. Detaylar zaman zaman farklılaşabilir, fakat büyük resimde aynı idealler, aynı tutkular, aynı duyguları paylaşıyoruz. Bizzat bu, yanı aynı yolda olmak, ona verebileceğimiz en büyük destek sanırım, çünkü diğer her şey buna bağlı olarak gelişiyor. Aynı yolda olduğumuz için biz de hayatımızı ona göre şekillendirdik. Gerek sosyal, gerek profesyonel, gerek özel hayatımızda, kararlarımızı verirken; babamın işini kolaylaştırmak, ona destek olmak, ismine ve davasına zarar getirmemek hep belirleyici oldu.

ANNEM FARKLILIKLARI DESTEKLER

Bir kız çocuğu olarak anneniz Hanımefendi’den tevarüs eden en bariz özelliğiniz nedir?

Farklılıklara ve yeniliklere açık olmak.. Annem hem etnik köken hem de kültürel alışkanlıklar açısından çeşitlilikleri barındıran bir aile ve sosyal çevrede yetişmiş. Sanırım bu sayede, keskin çizgiler ve kalıplardan uzak, farklılıklara çok açık bir zihin yapısı ve hatta farklılıkları destekleyen bir duruşu olmuştur hep. Bunu ister istemez çocuklarına da işlemiş ve ben genel olarak insanlara ve olaylara önyargılardan uzak, özgür bir perspektiften bakabilmemi sanırım en çok anneme borçluyum.

ÖNCE EYÜP SULTAN SONRA PİYER LOTİ

Tazelenmek ve dinlenmek için neler yaparsınız? Arkadaşlarınızla yapmaktan en çok hoşlandığınız şeyler nelerdir?

Farklı zamanlarda ilgilendiğim çok çeşitli hobilerim oldu. Son dönemde favorim yakın zamanda lisansını da aldığım binicilik, beni gerçekten çok motive eden, mutlu eden bir spor. Tenis, yüzme gibi hareketli sporları da severim.

Eskisi kadar vakit ayıramasam da, müziğe ilgim vardır. Şarkı söylemeyi çok severim, üniversite ve sonrası dönemde uzun süre şan eğitimi de aldım.

Arkadaşlarımla uzun yıllardır belli aralıklarla cemaatle sabah namazında bir araya geliriz. Fırsat buldukça farklı farklı camilerde, ama en çok da Eyüp Sultan’da namaz kılar, duaya katılır, sonra da vaktimiz varsa çıkışta simidimizi alıp Piyer Loti’de gün doğumunu izler veya caminin çıkışındaki lokantalardan birinde çorbamızı içer ayrılırız. Buna sonradan bir de Tefsir okumaları ekledik ki, bu toplanmalarımızın tadını başka bir şeyde kolay kolay bulamıyorum.

MODERN İNSANIN KAYBETTİĞİ “TOHUM”

Hayatınızı derinden etkileyen bir kitap var mı?

Bir taneyi seçmek zor, en çok etkileyenleri söyleyeyim. Öncelikle çocukken okuduğum, Necip Fazıl’ın Tohum adlı eseri. Görünür olanın, yani aklın karşısında, asıl hakikatin, asıl yüceliğin ve gücün, gizlendiği ruhta olduğunu ve bu ruhu, “tohum”u, modern insanın nasıl kaybettiğini anlatır. Okurken çok etkilenip ağladığımı hatırlıyorum.

Bir diğeri Kirpinin Zarafeti, Muriel Barbery. Sınıf ayırımı ve estetik konusunda önyargıları ve kalıpları yıkan, insanları bilinçaltı dünyalarıyla hesaplaşmaya sevk eden müthiş bir roman. Ve ilginç bir şekilde okurken insana adeta mutluluk veriyor, hiç bitmesin istemiştim.

Son yıllarda ise özellikle kaynak kitaplara vakit ayırmaya çalışıyorum ve bunların arasından henüz çok başında olduğum, Maturidi’nin Kitabu’t Tevhid’ini müthiş bir hayranlıkla okuyorum. Hepimizin sıklıkla kafasını kurcalayan çok temel varlık sorularına inanılmaz bir mantıkçı yaklaşımla, her şeyi yerli yerine oturtan cevaplar veriyor. Bu kitabı tanımadığım yıllarıma acıyorum diyebilirim.

BİRİKİMLERİMİ İŞİN MUTFAĞINDA DEĞERLENDİRECEĞİM

Uzmanlık alanlarınız ve aktif iş hayatındaki faaliyetleriniz ender bir tecrübeyi oluşturuyor. Bu özel tecrübeyi uzun vadede nasıl değerlendirmeyi düşünüyorsunuz? Mesela siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?

Hayatım boyunca, hem babama, hem bize düşen görevleri, kimsenin hakkına girmeden, kimseyi mağdur etmeden, olabilecek en adil ve en başarılı şekilde yerine getirebilmemiz için dua ettim. Bu yükle ve “ya birinin hakkına girersem” korkusuyla yaşamak kolay bir durum değil. Bütün yaşadığım tecrübelerden sonra bir de bu yükü bizzat kendi sırtıma almak bambaşka bir cesaret gerektirir. Kazandığım tecrübeyi değerlendirmeyi ve halka hizmet sorumluluğunu bizzat karar mekanizmasında ve göz önünde olacağım bir pozisyon yerine, sivil toplum gibi işin mutfağında olacağım bir mecrada gerçekleştirmeyi şimdilik daha doğru buluyorum.