Popüler kültürün ve kültür endüstrisinin bizi teslim almaya çalıştığı bir dönemde Anadolu’nun kadim medeniyet kodlarına daha çok ihtiyaç duyuyoruz...

Popüler kültürün ve kültür endüstrisinin bizi teslim almaya çalıştığı bir dönemde Anadolu’nun kadim medeniyet kodlarına daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Sırf bu yüzden, özümüzü ifade eden bu kodları 35 yıllık emeğiyle önce hece vezniyle mısralara sığdıran, ardından bağlamasının tellerinde nağmelere döken, kadim medeniyetimizin sırlı yollarında hakikatin izini süren, modern çağın halk ozanı Uğur Işılak ile “sanat ve hayat” üzerine uzun soluklu bir sohbet gerçekleştirdik. Başlığına “sanat ve hayat” dediğimiz bu röportajda manadan sevdaya, devadan Anadolu’nun gönül dergâhına ve oradan yüzyıllardır çağlayan söyleme damarına yol bulan uzun, ince bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu sohbette “yeni şeyler” bulacaksınız.

Bugüne kadar verdiği yüzlerce eser sayesinde milyonların sevgilisi haline gelen Uğur Işılak, sanat hayatının en başında üstlendiği halk ozanlığı misyonuyla Türkiye’deki bütün sanatçılardan bambaşka bir noktada duruyor. Halk şiirinin gönül ocağında pişen ruh dünyası ve hayata olan derunî bakışıyla Uğur Işılak’ın, 35 yıllık sanat hayatında verdiği 400’den fazla eseri aslında Anadolu insanının son yarım asrına ayna tutuyor.

Daha 8 yaşındayken ilk şiirini yazan ve yıllardır kor ateş gibi yüreğinde taşıdığı aşk hecelerini değme ustalara denk bir kıvama getirinceye kadar yüreğinin gergefine işleyen Uğur Işılak müzik yolculuğunda bağlamasını yanından hiç ayırmadı. Anadolu’nun öz kimliğini ifade eden bu enstrümanın nağmelerini kimi zaman “Batı”nın enstrümanlarıyla bir araya getirse de ecnebi müzikaliteyi bağlamasına hizmetkâr kılan aranjelere imza attı.

ANADOLU’YA AYNA TUTTU

1990’lı yıllardan bu yana popüler kültürün topluma dayattığı “dım tıs”lı müziklere inat bütün eserlerini can kulağıyla dinleyebileceğiniz yegane usta sanatçıdır Uğur Işılak… Onu modern çağın karşısında eserleriyle bu kadar hakikatli kılan bir diğer ana damar ise Anadolu’nun yitik manevi dinamiklerinden besleniyor olmasıdır. Anadolu’nun mayasına yakışmayan her türlü erdemsizliğe başkaldıran eserlerinde riyakârlık, çürümüşlük, kokuşmuşluk, had bilmezlik, bencillik gibi toplumsal yaralar ok misali mısralarından payını alır ve dipsiz bir kuyudan yükselen canhıraş bir çığlığa dönüşür bazı nakaratları… “Bezmişim” ve “Gemileri Yakıyorum” gibi eserleri mutlu azınlığın yüzüne tokat gibi iner.

Şimdi gelin “sözü yormadan” sizi Uğur Işılak ise Emirgan’da boğaza nazır bir mekânda gerçekleştirdiğimiz ve ancak birkaç bölüme sığdırabileceğimiz için adına “en uzun röportaj” dediğimiz söyleşimizle baş başa bırakalım.

Bu aralar ne ile meşgulsünüz? Biraz münzevi bir hayat sürdüğünüz duyumları doğru mu?

Kendimle meşgulüm diyeyim. 40 yaştan bahsederlerdi benim gençliğimde. 40 yaşından sonra çok şeyin değiştiğini söylerlerdi. Ben çok ihtimal vermezdim. 40 yaşından sonra nasıl böyle keskin bir değişim, dönüşüm olur? Bunu çok fazla idrak edemezdim. Fakat zaman ilerleyip yaş 37-38 olunca baktım algılarda değişiklik oluyor, hislerde, duygularda tekâmül ve dönüşüm başlıyor.

ASLOLAN YOLDA OLMAK

Yolcuyuz… Yolculuk devam ediyor. Evet, kırkından sonra yolculuk dünyevi bir yolculuktan ziyade içe yönelik olarak devam ediyor. Mesela metafizik kavramı çok suistimal edilmiş bir kavram. Ehliyetsiz ve liyakatsiz ağızlarda sıkça kullanılan bir kavram… Kırkına kadar biz de bu kavramı çok kullandık. 40’ından sonra bu lafazanlığı bir tarafa bırakarak hakikatini yaşamaya gayret ediyorsunuz.

Ölene kadar bitmeyecek bu yolculuk. Öldükten sonra da yolculuk herhalde devam edecek. Deneyimlemedik ama devam edeceğine inanıyoruz. Aslolan yolda olmak, hedef bahane.

Bu yolculuğun amacı bir arayış mı? Aynı zamanda Uğur Işılak için sanat bir arayış mı? Buradan baktığınızda neler söylersiniz?

Her şey bir arayış aslında… Yaradan, kendinde olan ve bizim saymakta aciz olduğumuz binlerce güzelliği insanı yaratarak, yarattığı insanda görmek istedi. Herkese bir cüzünü verdi. Cüzün cüzünü verdi. Sanat bu manada ondan aldığımız cüzün cüzünün cüzü yani. Çok küçük bir parça… Bu O’ndan (cc) bir armağan, bir keşif. Yaratıcılık kelimesini kullanmak istemiyorum ama yeni bir şey ortaya koymak meselesi. O güne kadar aynı kelimelerle ifade edilmemiş bir eseri ortaya koymak. Bir melodiyi keşfetmek. Hani insan fotoğraf albümüne baktığında, ‘Ah be, 20’li yaşlarda ne adammışım. Şu tatilde de hastalanmıştım. Hastalıktan dolayı yüzüm biraz solgun çıkmış. Şurada çok heyecanlıydım güzel çıkmış’ falan diye fotoğraf albümüne baktığınızda maziyi yâd edersiniz. Eserler de aslında sanatkârın ruh halini gösteren resimlerdir. Hani “Ben bir hazineydim” diyor yaradan, “Keşfedilmeyi, bilinmeyi istedim”. İşte insanın varlığını da buna bağlıyor. Onun varlığını hayvanlar bilmedi, insan bildi. İnsan bildiği için bu bilgi çok önemlidir, kutsaldır. Çünkü o keşfedilmeyi, bilinmeyi istedi. Buradan mülhem insanoğlunun içinde de aynı hissiyat var. Bir şey ortaya koyduğu zaman bilinmesini ister. Fark edilmesini, keşfedilmesini istiyor.

Diğer bir deyişle… Yazan değil, görendir şair.

16 yaşında ‘Sır Düğümlü Ahımda’ eserini yazdığınızı biliyoruz. Ama son zamanlarda bir başka eseriniz kulaklarımıza çalındı, yüreklerimize sirayet etti. O da ‘Sevda Faslı Benden Geçti’ dediniz. Bu 40 yaşın getirmiş olduğu etki midir? Bu zamana kadar çok güzel aşk şarkıları yazmış, bestelemiş biri olarak geldiğiniz noktada ‘Sevda Faslı Benden Geçti’ dedirten ruh hali nedir? Sevda geçer mi hakikaten?

O da ayrı bir mevzu. 40’ından sonra çok şey değişiyor dedik ya. Sevda, çok ciddi bir heyecan gerektiriyor. Çok ciddi motivasyon gerektiriyor. Delilik, hesapsızlık, pervasızlık gerektiriyor. Sevda deyince ilk akla gelen bunlar. Fakat 40’ına kadar biriktirdiğiniz deneyimler, delilikler yapmanıza engel oluyor. Gözünüz almıyor çoğu şeyi. Sorumluluklarınız artmış oluyor. Yavaşlıyorsunuz, durgunlaşıyorsunuz, sevdayı farklı bir boyutta yaşamaya başlıyorsunuz. Aslında ‘Sevda Faslı Benden Geçti’ derken bilindik, klasik olarak o deli dolu yaşanan sevdadan ziyade, daha olgun, aklı başında bir sevdayA geçişi anlatıyor. 20’li yaşlarda yaşanmış olan o sevdaların, 40’ından sonra yaşanamayacağını ifade diyor.

İRADE KONUŞTUĞU ZAMAN AŞK SUSAR

Aşktır bir ozanın, bir şairin yakıtı. Aşk olmazsa üç adım ileri gidemezsin. Kalemi eline alamazsın. Bağlamayı eline alamazsın aşk yoksa… İrade konuştuğu zaman aşk susmayı tercih eder. Aşk konuştuğu zaman irade susmayı tercih eder. Bir manada eser üretmek, şiir yazmak iradenin susmasıdır. İradeyi ne kadar susturabiliyorsan, aşkı o kadar konuşturabilirsin. Sır burada.

Bizim işimizde aşk galebe çalmalı. Aşk, galebe çalmazsa Yunus’un şu mısralarını söyleyemezsiniz mesela; ‘“dilim marifet söylese de kalbim razı gelmez” diyor. Çünkü kalp daha coşkun. Dil aslında kalpteki coşkuyu sınırlıyor. Onun için kalbimiz o kadar coşkun olması lazım ki dilimizle sınırlı bir şekilde onu ifade edelim. Ama kalpte hiç coşku olmazsa sınırlı bir şekilde bile ifade edemezsiniz. Hiçbir şey söyleyemezsin. Onun için biz sevdaya, aşka inanıyoruz. Bunun bir yaşam gayesi olduğuna inanıyoruz. Varlık sebebi olduğuna inanıyoruz. Ölünceye kadar bunun varlığı bizim kurtuluş reçetemiz olacak aynı zamanda. Öldükten sonra da bizim elimizde belgemiz olacak.

Peki, az önce kaçış dediniz. Eser vermek her zaman bir kaçış mıdır? Eğer bir kaçışsa neyden kaçıyorsunuz? Uğur Işılak nelerden kaçar?

Aslında kalabalıktan kaçış. ‘Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kıyl u kal imiş ancak.’ diyor ya şair. Yani burada kalabalıklar içerisindeki anlatıların bir dedikodudan ibaret olduğunu söylüyor şair. Eğer dedikodudan kaçmak istiyorsanız, işin aslına yönelmek istiyorsanız kalabalıktan da kaçmak zorundasınız. Bu kalabalığı küçük görmek, kalabalıktan kendini üstün görmek meselesi değil. Bu mesele sükûnete talip olmak. Sükûn içinde bir kalbin olmasını sağlamak amacıyla bunu yapmak. Çünkü hakikaten bir şey üretmek istiyorsanız kalp sükûn bulmalı. Sükûn bulmayan kalbin, kalbe dokunacak bir şey üretemez. Dedikodudan, gürültüden kaçmayı tercih ediyorum. Çünkü insanın içindeki bazı kapıların açılabilmesi için dışarıdaki bazı kapıların kapanması gerekiyor.

UĞUR IŞILAK’TAN ‘BARIŞ PINARI’NA TAM DESTEK

Batı’nın Barış Pınarı Harekatı’nı hedef alan söylemlerine gönderme yapan Uğur Işılak sosyal medya hesabından “İnanıyoruz ki Türkiye, toprak bütünlüğünü korumak ve terörün kökünü kazımak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Çiğ üslup, kibir ve tehdit haydutların tavrıdır; dik durmak, hedefe yürümek ve gözünü budaktan sakınmamak ise yiğitlerin…” mesajını verdi. Işılak ayrıca, “Savaşa hayır. En az savaşa hayır dediğimiz kadar teröre de hayır. Ayrıca bu harekat savaş değil, 10 binlerce cana kıyan ve sınırımızı tehdit eden terör örgütlerine karşı bir mücadele ve operasyondur. Dualarımız ve kalbimiz, kahraman Türk askeri iledir.” sözleriyle de savaş çığırtkanlarına tokat gibi cevap verdi.

UĞUR IŞILAK İLE ‘SANAT ve HAYAT’ ÜZERİNE -2

Türkiye’deki müzik camiasında hem söz yazıp hem besteleyen sanatçıların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken yazdığı sözleri hece vezniyle kaleme alan kaç tane sanatkâr var diye bir soru sorduğumuzda – biraz şiirle hemhal olan biriyseniz şayet- aklınıza ilk gelecek olan isim Uğur Işılak olacaktır. İşte bu yüzden Uğur Işılak’ın eserleri her biri müzikalitesi açısından kendi çağının nabzını yakalarken gelenekten asla kopmadı ve gelecek nesilleri yoğurdu. 90’lı yıllardan bu yana en az üç kuşağı yoğuran eserlerin müessiriyle sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Unutmadan şunu da hatırlatalım; müessir eserinden her zaman daha büyüktür. Çünkü eserin anlattıklarından fazlası müessirin ruh dünyasında saklı kalmıştır. Biz de bu röportajda eserlerden fazlasını yani müessirde saklı kalanları sorular yoluyla sizler için almaya çalıştık.

Gördüğümüz kadarıyla hep pop dinliyoruz, hep pop müzik internette, radyoda, televizyonlarda son dönemde. Buradan baktığınızda müzik piyasası nereye doğru gidiyor? Sizce bu tablo ne anlatıyor?

Çağ değişiyor. Zamanın ruhu değişiyor. Resmen her on yıla bir çağ değiştiriyoruz. Gelişme çok hızlı artık. Popüler müzik buradan tabii ki payını alıyor. Gönlümüz bundan pay alıyor. Ruhumuz bundan pay alıyor. Her gün biraz daha yozlaşıyoruz. Biz yozlaştıkça daha derin olanı değil, daha yapay olanı tercih ediyoruz. Çünkü çağ yapaylaşıyor. Çağ yapaylaştıkça her şey ona paralel gelişiyor. Şimdi yapay zekadan bahsediyoruz. Yapılan da zaten bir yapay müzik. Üç aşağı beş yukarı yapay zekâlar yapıyor zaten o yapay müzikleri. Şuanda teknoloji öyle bir noktaya geldi ki aklınızda hiçbir şey olmasa da sadece teknolojinin marifetiyle bir beste çıkarabilirsiniz. Çok güzel bir ritim yürüyüşü çıkarabilirsiniz. Ona çok güzel akumpanyalar yazdırabilirsiniz bilgisayara. Müthiş vokaller dahil edebilirsiniz. En yeni jenerasyon 2019’da imal edilmiş sesleri dahil ederek insanları bir şekilde etkileyebilirsiniz.

ÇAĞ GİTTİKÇE YAPAYLAŞIYOR

Onun için ben son dönemlerde teknolojiyi bıraktım, tamamen bağlamayla okuyorum. Çünkü daha saf olana ihtiyacımız var. Yapay dünya geliştikçe ben tersini yapmaya gayret ediyorum. “Çağ sana ayak uydurmaz sen çağa ayak uydur”, 80’lerin 90’ların sözüdür bu. Onları da bir tarafa koyuyorum. Ben insanın özünün insanda hâkim olması gerektiğine inanıyorum. Hangi çağ olursa olsun. Sonuç itibari ile biz makine değiliz, biz ana karnında 9 ay kalmak suretiyle dünya denen yere gönderildik. Bir gayemiz, amacımız var. Duygu taşıyoruz. Onun için çağın araç-gereçlerine ihtiyaç olduğunu biliyor ve düşünüyorum. Bunu inkar etmiyorum. Ama bir hakikat daha var. Bütün bu yapaylıklar arasında biz ne kadar doğal olmayı başarabiliyoruz… Ben müziği bu şekilde yapmaya gayret ediyorum.

TAARRUZ ALTINDAYIZ…

Son zamanlarda Amerika’da birçok denek üzerinden yapılan bir çalışma var, ‘aldığımız kararların ne kadarı bize ait?’ diye bir soru soruluyor ve sonuç korkunç. Ben şok oldum. Sadece %5’i insan iradesine ait… %95’i bilinçaltımızdaki bilgilerin bizi yönlendirmesi… Reklamlar, filmler, diziler, oyunlar, şarkılar dolduruyor bilinçaltımızı… Taarruz altındayız. Pop müziğe gelince, biz böyleyken yani %95 karar alma iradesine sahip değilken, dinleyeceğimiz müziği nasıl tercih edebiliriz? Yönlendiriliyoruz ve yönlendirildiğimizin farkında bile değiliz. Hem keliz, hem fodul.

KENDİ HAZİNEMİZİ KEŞFETMELİYİZ

Bu noktada hem dinleyiciye hem de müzik sahasında, sanat sahasında varlık göstermek isteyen genç yeteneklere birkaç tavsiye verebilir misiniz? Müzik dinleyenler nasıl tercih yapsınlar? Müzik yapmak isteyenler nereden başlayıp, nasıl yol alsın?

Estağfirullah… Itri’yi mutlaka dinleyin. Dede Efendi’yi dinleyin. Biz Anadolu topraklarında yaşayan insanlar olarak Itri’yi bilmek zorundayız. Dede Efendi’yi bilmek zorundayız. Bunlar bizim klasiklerimiz. Âşık Veysel’i bütün eserleri olmak üzere tamamını dinlemek zorundayız. Aynı zamanda bizim klasiklerimizi, klasik şairlerimizi, tekke şairlerimizi, ozanlarımızı okumak zorundayız. Çünkü onlar herhangi bir yapaylığın olmadığı dönemde yaşadıkları için özgür iradeleri, duyguları daha fazla devredeydi. Onlar insanca bir şeyler söylediler. Yapay şeyler söylemediler. İnsanca söylemin ne olduğunu anlamak için bizim klasiklere yönelmemiz lazım. Teknolojiden evvelki döneme yönelmemiz lazım. Bu çok önemli… Bu hazineyi keşfettiğimiz zaman bizde bir kalite çıtası oluşacak. Ondan sonra çok daha rahat denetleyeceğiz. Bütün bunları söylerken sadece Anadolu’yu kastetmiyorum. Batı’da yapılanları da dinlemek lazım. Polonya’da Chopin’i, Avusturya’da Mozart’ı, Beethoven’ı, Rusya’da Çaykovski, Rahmaninov’u dinlemek lazım en seçkin orkestralar eşliğinde… İlk önce kendi bölgemiz sonra dünya klasiklerine açılmak zorundayız müzikal manada. O zaman bizde bir kalite çıtası oluşacak. Bu çıta oluştuktan sonra bugünü çok daha iyi yorumlayacağız. Bugün yapılan şeylerin kaliteli olup olmadığını çok daha iyi idrak edeceğiz, çok daha iyi anlayacağız. Benim âcizane tavsiyem bu.

Eserleriniz hep hece vezni ile yazılmış şiirlerden oluşuyor. Yaptığınız müziğin kalitesi hece vezni ile yazılmış o şiirleri biraz gölgede bırakıyor diyebilir miyiz? Hece vezni ile yazılmış şiirlerinizin farkında mı insanlar?

Yarısından fazlası farkında değil. Ama önemli bir kitle var bunun farkında olan. Onlardan aldığım tepkiler beni motive ediyor. En azından yaptığınız bu çalışmaların daha doğrusu geleneksel o şiir anlayışının hala devam etmesini isteyen ve devam ettiğini gören bir kitlenin varlığı beni ziyadesiyle memnun ve mutlu ediyor. Halk ozanları söylem olarak karşılık buluyor. Kitlenin çoğunluğu hece vezninin farkında değil. Çünkü insanlar o geleneksel vezinle çok ilgilenmiyor. Daha çok manaya odaklı, hisse odaklı, duyguya odaklı bir şiiri dinliyor, yorumluyor. Necip Fazıl’ın Sakarya şiiri on dörtlü bir şiirdir. Şöyle bir bakın son dönemde çağa damgasını vuran bütün şairler hececidir. Fakat hececi oldukları için değil heceyle meramı çok daha vurucu bir şekilde anlattıklarından ilgi görürler.

VEZİNLİ ŞİİR OK GİBİDİR

Vezinli şiir ok gibidir, saplanır. Hedefini 12’den vurmak için yazılır hece vezinli şiir. Onun için tesiri yüksektir. Hiç kimse sizin heceyle, vezinle yazdığınızı bilmese bile ben yine heceyi tercih ederdim. Çünkü tesiri oradadır. Son yüzyılın şairlerine bakın, 100 tane şair çıkarın 98’i hececi’dir. Yahya Kemal, Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Necip Fazıl hececidir. Nurullah Genç mesela bence dönemin en önemli şairlerinden biri, mesela hececidir. Burada hecenin sadece halk ozanları geleneği içerisinde var olan bir şey olduğunu görmüyoruz. Hece, Türk milletinin tarih sahnesine çıkması ve ilk Kitabelerin okunmasıyla beraber yazdıkları şeydir. Maniler mesela. Dolayısıyla bu bizim mayamız. Biz bununla kendimizi çok daha keskin çok daha etkili ifade edebiliyoruz. Hece bu yönüyle söz silahının bir mermisi gibi. Yani o olmazsa olmaz.

Hece vezni ile şiir yazıp bunu besteleyen müziğiyle ortaya çıkaran Türkiye’de kaç tane sanatçı var?

Geleneksel ozanlık yapanların arasında vardır onun dışında ben heceyle şiir yazan sanatçı görmedim. Hece de yok, vezinde yok, rastgele sözler inşa ediliyor. Bunu yazabilmek için ama çok uzun bir süre bununla iştigal etmiş olmak gerekiyor. Aksi takdirde sırıtır.

USTAYA ÇIRAK OLMAK LAZIM

Kendinizi ayrıcalıklı hissediyor musunuz? Hece şiiri yazıp besteleyen bir sanatçı olmak?

İyi ki hece ile başlamışım diyorum, iyi ki heceyle devam ediyorum. Çünkü bu bizim geleneksel özelliğimiz. Ustalaşmak için de yılların geçmiş olması gerek. Bakıyorum mesela 35 yılımı geride bırakmışım hece şiirinde. Bu çok önemli bir deneyim. Bizim gerek Ozan Arif ile Ozan Yusuf Polatoğlu’yla, gerek Aşık Reyhani ile çok araba yolculuklarımız oldu. Konser turnelerine gittik birlikte. Araçlarda birisi ayak açardı, biz doğaçlama yani irticalen 20’şer kıta 30’ar kıta şiirler söylerdik. Arabada giderken anında o anda biri bir konu belirler, ayak açardı onu devam ettirirdik ve biz böyle yetiştik. Çocukluğumuz onların arasında geçti. Ustalaşmak birazda ustaların yanında oluyor. İlk önce bir Ustanın çırağı olacaksın. Hamdolsun, bize birkaç Ustanın çırağı olmak nasip oldu. Bu yönüyle hecemiz daha da gelişti tabii ki.

UĞUR IŞILAK’TAN KAHRAMANLARIMIZA ‘OZANCA’ DESTEK

Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’na Twitter hesabından attığı mesajlarla destek veren Uğur Işılak uluslararası kamuoyundan gelen küstah açıklamalara “İşgal eden, ülkeleri bölen, terörü besleyen, kavmiyetçilik sebebiyle toplama kamplarında milyonlarca insanı katleden Batı’nın, bölücülere destek olmasından başka ne beklenir ki… Böylesine yamuk bir dünya düzeninde, yalnız kalmak bir şereftir. Ötesi yok…” cevabını verdi. Işılak ayırca içerideki işbirlikçilere ise “Hâlâ ama’larla, fakat’larla terör örgütlerini meşrulaştırmaya çalışanların mensubiyetinden şüphe ediyoruz. “Savaşa hayır” diyenlerin, sessizce teröre evet derken iç seslerini duydu bu millet. Bugün susanın, yarın konuşacak yüzü olmayacak Türk milleti nezdinde…” sözleriyle sert tepki gösterdi.

UĞUR IŞILAK İLE ‘SANAT ve HAYAT’ ÜZERİNE -3

Gündemin hiçbir ülkede olmadığı kadar hızlı değiştiği Türkiye’de hayatın hemen her alanı siyasetten payına düşeni alıyor. Bu alanlara hiç şüphesiz sanat’da dâhil… Anadolu insanının yürek diliyle toplum hayatının kalbinden yükselen can alıcı mesajlar veren Uğur Işılak’ın sanatçı duruşu her milli meselede kendini fazlasıyla belli ediyor.

Bir kısım sanatçının maşalığına soyunduğu Gezi darbe girişimi ile başlayıp 17/25 Aralık yargı darbesine oradan 15 Temmuz işgal ve ihanet gecesine uzanan süreçte Uğur Işılak, her platformda söylemleri ve eserleriyle halkın duygularına en üst perdeden tercüman oldu. Birilerinin gelecek hesabı yaparak sustuğu ve sinsice köşelere pustuğu günlerde halkın geleceği ve milletin bekası namına adeta yüreğini cepheye süren Uğur Işılak gözünü budaktan hiçbir ortamda sakınmadı.

Sanatçı duruşunun meşrebi itibariyle siyaset sahasında tam karşılığını mücadeleci ve kararlı tarafıyla Türkiye’nin önünde yepyeni ufuklar açan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’da buldu. Işılak, 1990’lı yıllardaki Belediye Başkanlığı döneminden bu yana gönül birlikteliği yaptığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı üstlendiği misyonla, tıpkı Anadolu insanının sahiplendiği gibi sahiplendi ve destek verdi.

1990’lı yıllardan bugüne her şeyden önce gönül birlikteliği yaptığı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a olan desteğini 2014’e ve sonrasındaki bütün yıllara damgasını vuran eseri “Dombra” ile taçlandırdı.

ESERLERİ MEHMETÇİK’LE ÖZDEŞLEŞTİ

Uğur Işılak sanatçı duyarlılığıyla Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı’yla teröre karşı verdiği kutlu mücadelede kahraman Mehmetçiklerimize destek verirken halkın cephede atan nabzını dile getirdi. Son günlerde Batı’nın tezviratlarıyla karalamaya ve durdurmaya çalıştığı fakat başarılı olamadığı Barış Pınarı Harekatı’na da yine en çok desteği sanat camiasından Uğur Işılak verdi. Bir kısım sanatçılar susmayı tercih ederken veya zoraki açıklamalar yaparken o yine suskun dünyayı sosyal medya hesabından adeta topa tuttu. Uğur Işılak ile sanat ve hayat üzerine yaptığımız röportajda Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’na değinmeden edemedik.

Her milli meseleye son derece duyarlı yaklaştığınızı biliyoruz. Barış Pınarı Harekâtı başladığı günden bu yana ardı arkası gelmeyen Batı’nın tezviratları sizce ne anlama geliyor?

Maalesef büyük bir tezvirat, çarpıtma ve manipülasyonla karşı karşıyayız. Bunların hepsi 100 yıllık bir planın parçası. 1948’den evvelki Filistin haritasını bilmeyen yok. 2019’daki durum ise malum. Fakat bu despotların hesabı Filistin’le sınırlı değil tabii. Büyük İsrail projesi hâlâ tamamlanmadı onlara göre. Bunun için birkaç kukla terör devletine ihtiyaçları var hedeflerine ulaşabilmek için. Bugün Ortadoğu’daki başsızlık küresel efendilerin istediği bir sonuçtur. Bölmeden, parçalamadan haritaları değiştiremezsin. Şu anda B planı devrede ve Z’ye kadar neler olacak tahayyül etmesi zor. İşte tam bu noktada Barış Pınarı Harekâtı ile bu beylerin kovanına çomak soktu Türkiye. Kendi planlarının altüst olmasından endişeliler. Bu yüzden saldırıyorlar ve bunun bir operasyon olduğunu bildikleri halde ısrarla savaş çığırtkanlığı yapıyorlar.

MAZLUMUN MAĞDURUN GÜR SESİ TÜRKİYE

Uluslararası hukukun karşısında Türkiye’yi kıskaca alma derdindeler. Bu yamuk dünya düzeninde Türkiye’nin yalnız kalması, doğruluğunun ispatıdır. Fakat sesimizi ve haklılığımızı daha çok duyurmak zorundayız. Bunun bir terörle mücadele olduğunu, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak ve oradaki terör mağduru mazlumların hakkını müdafaa etmek için orada olduğumuzu anlatabilmemiz lazım. En azından Batı halkına sesimizi duyurarak, onların yanlış bilgilendirildiklerini her fırsatta dile getirmemiz lazım. Burada yurtdışındaki STK’larımıza büyük görevler düşüyor. Vazifesini memleket, millet ve ibadet aşkıyla ifa eden insanlara ihtiyaç var. Dünyada ezilenin, mazlumun, mağdurun gür sesi olan tek ülke var, o da Türkiye. Bu bilinç ve bu inançla hareket ettiğimiz zaman, gücümüzün sınırlarını Yaradan öyle genişletecek ki biz bile şaşıracağız.

Böyle bir tabloda susmayı tercih eden sanatçılara ne diyorsunuz?

Herkes konuşacağı alanı tercih etmekte özgürdür. Sanatçı da bu özgürlük kapsamındadır. Kimsenin bireysel iradeye müdahil olma hakkı da yoktur. Biz farklılıklarımızla bir bütünüz. Bu farklılık içinde yaşayabilirsek gerçek sanatı icra etmiş oluruz. Fakat halk her zaman bir şeyler bekler, bir yerlere taşıdığı insanlardan. Bu da onun haklı bir talebidir. Bu kadar…

“LİYAKATLİ BİR MÜZİSYEN KARDEŞİM VAR”

Peki, yeniden sanat sahasındaki çalışmalarınıza dönecek olursak. Usta çırak ilişkisinden bahsetmiştik. Uğur Işılak’ın çırağı diyebileceğimiz yetiştirdiği birisi var mı?

Şuanda evet, bir çırak demeyelim de çok kaliteli bir arkadaşım, kardeşim var yetişen. Hakikaten bizim misyonumuzu en güzel şekilde devam ettirebileceğine inandığım İbrahim Gökhan Doğan diye bir kardeşim var. Çocukluk yaşlarından beri bizi dinleyen, bize sevgisi, muhabbeti olan, bizim icra ettiğimiz tarzı benimseyen biri. Bu yönüyle de kendisi ile tanıştık. Şu anda da beraberiz. Birçok televizyon programında hem bağlaması ile eşlik etti hem de en son bütün programların müzik koordinatörlüğünü üstlenmesine imkan tanıdım… Çünkü o yetkinlikte, o liyakatte olduğuna inanıyorum ve en güzel şekilde TRT’ de ‘Miras’ isimli programınızın baştan sona müzik koordinatörlüğünü üstlendi. Artık oldu, hamdolsun. Bundan sonra kendisini çok daha yakından dinleme imkânımız olacak. Bu bayrağı en güzel şekilde taşıyacak olanlardan biridir.

“HER GÜN YENİ ŞEYLER ÖĞRENİYORUZ”

Bu arada Uğur Işılak orkestrası ekibine çok farklı yaklaşan bir sanatçı… Bir aile ortamı var sanki…

20-25 senedir beraber olduğum arkadaşlar var. Aslında bunu benden değilde onlardan dinlemeniz lazım. Ben daha birine sesini yükselterek konuşmuş değilim. Orkestrada zaman zaman hatalar olur. Bazen affedilmeyecek hatalar olur. O hatalardan sonra bile ben bir kere dahi sesimi yükseltmedim, biliyorum. Onlarda zaten bir araya geldiğimizde bundan dolayı memnuniyetlerini dile getirirler. Hakikaten biz bir çalışma yaptığımız zaman bizim ortamımızda stres olmaz, öne çıkmak gibi bir dert olmaz, bir hatadan dolayı herhangi birini küçük görmek, tahkir etmek gibi bir durum söz konusu olmaz. Sadece herkes kendisini geliştirmeye yönelik bir çaba içerisinde olur. Bizim orkestramız grup içerisinde hareket eder. Ben her zaman şunu söylüyorum, profesyonel bir orkestrayla çalışmak yerine ki bizim orkestramız profesyonel. Ama profesyonel bir orkestrayla mı çalışmak istersin yoksa nazının geçtiği yarı amatör profesyonellerle mi çalışmak istersin diye sorsalar nazımın geçtiği yarı profesyonellerle çalışmayı tercih ederim her zaman. Çünkü nazının geçtiği yarı profesyonelle kalbi bir iletişim kurarsın, profesyonelle iletişim kuramazsın. Bu yönüyle her zaman bir ekipte amatör bir ruh olmalı ve hiçbir zaman ben oldum dememeli. Ben oldum diyenle çalışılamaz çünkü.

Aile olmanın ötesinde aynı zamanda bir okul Uğur Işılak ile çalışmak…

Benim için de aynı şekilde eğitim devam ediyor zaten…

Yakın zamanda memleketinizde bir kültür merkezine isminiz verildi. Bu haberi aldığınızda ne hissettiniz?

Tabii ki insan mutlu oluyor. Şereflikoçhisar, memleket olarak benim için çok önemli. Anamın, babamın, atamın geldiği diyarlar. Dolayısıyla her zerremde memleketimin izleri var. Memleketimi bu yönüyle hayatım boyunca önemsedim. Şereflikoçhisar adına da iki eser yaptım son 30 yıllık sanat hayatımda.

“ASLOLAN KENDİNİ AİT HİSSETTİĞİN YER”

“Doğduğun yer mi doyduğun yer mi” diye sorulur ya… Kimi der ki “Doğduğum yer değil doyduğun yer”, kimi der ki “Doğduğun yerdir” önemli olan doyduğun yer her zaman değişir… Birçok şey söylenebilir ama ikisi de önemsiz benim için. Ne doğduğun yer, ne doyduğun yer. Kendini ait hissettiğin yer önemli. Ben kendimi Şereflikoçhisar’a ait hissediyorum. Şereflikoçhisar’da doğmadım, orada da doymadım üstelik. Doğduğum yerde, doyduğum yerde farklı ama nereye ait olduğunu hissetmek önemli. Benim aidiyetim memleket olarak Şereflikoçhisar. Ben kendimi Şereflikoçhisarlı hissediyorum. Ait olduğunu hissettiğin bir yerde Kültür Merkezi’ne adının verilmesi, isminin orada yaşatılması bir sanatkâr olarak size oradaki yöneticilerin özellikle belediye başkanının bu manada itibar etmesi, isminize hürmet etmesi sebebiyle böyle bir teşebbüste bulunması ve bu ismin yaşamasını sağlamak amacıyla böyle bir Kültür Merkezi’ne isminizin verilmesi hakikaten gururverici, mutlu edici bir şey… Hatırlayanlardan ve böyle güzel bir jesti bize layık görenlerden Allah razı olsun diyorum ve tekrar Şereflikoçhisar Belediyesi’ne vesilenizle teşekkür etmek istiyorum.

UĞUR IŞILAK İLE ‘SANAT ve HAYAT’ ÜZERİNE -4

Anadolu’nun söyleme damarının gürül gürül çağladığı yüzyılların imbiğinden süzülen yüzlerce eser kadim medeniyetimizin eşsiz hazinesi olarak yanı başımızda duruyor. Bu hazinenin kapağı üzerindeki tozları silkeleyerek oradan aldığı sedef ve yakut kıymetindeki sözleri nağmelere döken Uğur Işılak, bugüne kadar kültürel açıdan pek çok arşivlik eseri müzikseverlere kazandırdı.

Son yüzyılda birtakım küresel kirli hesapların hafıza kaydını sildiği Anadolu insanına yine kendi bağrından çıkan Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Seyrani ve Erzurumlu Emrahların gönlünden dökülen ve yaşadığı çağa tanıklık eden gün yüzü görmemiş şiirleri bugün Uğur Işılak sayesinde birbirinden eşsiz albümlere dönüşmüş durumda… Başta da söylediğimiz gibi halk ozanlığı geleneğinden gelen Uğur Işılak’ın kadim medeniyetimizin izini süren bu çalışmaları sözü bestesi kendine ait eserlerin yanı sıra gelecek nesiler için altın kıymetinde… “Bin Yıllık Yankılar”, “Miras” ve “Makam-ı Sultan” adlı bu eserlerde sadece âşıklık veyahut ozanlık geleneğinden gelen kadim isimler yok. Aynı zamanda 600 küsur yıl üç kıtada hüküm süren Osmanlı padişahlarının siyasi dehaları kadar edebiyat alanında çağının zirvesi kabul edilen, estetik ve ruh inceliğinin ürünü şiirlerin besteleri de yer alıyor.

ANADOLU’NUN KUTLU HAZİNESİ

Buradan bakınca türbeleri, kılıç kalkanları, kaleleriyle çağa damgasını vuran ecdadımızın aziz hatırasını gönüllerde canlandıracak Avnî (Fatih Sultan Mehmet), Selimî (Yavuz Sultan Selim), Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman) mahlaslarıyla kaleme alınmış şaheserler, notaların dilinde eşsiz bestelere dönüşmüş durumda.

Tüm bunların yanı sıra Anadolu insanın gönlüne maya çalan Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın sembol isimleri Necip Fazıl ve Mehmet Akif’in eserlerinden oluşan “Üstad” ve “Akifçe” albümleri de bu kültürel hazinenin başköşesinde yer alıyor. Özellikle Uğur Işılak’ın kendi besteleri eşliğinde senfonik bir alt yapıyla albüme dönüştürdüğü Necip Fazıl Kısakürek’in hafızalara kazınmış olan “Sakarya”, “Zindandan Mehmet’e Mektup”, “Canım İstanbul” ve “Şarkımız Bizim” gibi eserleri dinleyenleri mest ediyor.

Bütün bu anlattığımız çalışmaların çok daha fazlasını bu toprakların özüne ve sözüne verdiği kıymeti gelecek nesillere aktarmak için gerçekleştiren Uğur Işılak ile röportajımızın son bölümünde toplumsal hayata bir bakış attık. Kadim medeniyetimizin eserlerinin onarmaya çalıştığı ruhumuzu yağmalayan içinde yaşadığımız çağın acılarına bir sanatçı duyarlılığıyla bakıldığında manzara nedir kendisine onu sorduk…

Gazete olarak biz ümmet coğrafyasına son derece duyarlıyız yayın politikamız itibariyle… Siz de bir sanatçı duyarlılığıyla Ortadoğu’da yaşanan insanlık trajedilerine veya Türk dünyasında yaşanan zulümlere baktığınızda ne hissediyorsunuz? Ruh dünyanızı nasıl etkiliyor?

Etkiliyor, etkilemekle beraber de çok kızıyorum. Coğrafyamızın aydınına çok kızıyorum. Kızma sebebim şu, biz hep böyle birilerini itham ederek, hep birilerini suçlayarak, dış mihrakları gündeme getirerek bu zayıflığa kılıf mı arayacağız? Bu keşmekeşe hep kılıf mı aramak zorunda kalacağız? Bizim hiç kendi stratejimiz, kendi doğrularımız olmayacak mı? Bizim 50 yıl sonrasını öngörerek bir hareket sahamız olmayacak mı? Bundan dolayı çok kızıyorum kendimize. Diyorlar ki fırsat vermiyorlar. Biz fırsat oluşturmayacak mıyız hiçbir zaman? Bakın son yüzyıl içerisinde 3 sistem var oldu dünyada. Bunlardan bir tanesi komünizm, biri faşizm, biri liberalizm. Komünizm ve faşizm miadını doldurdu. Geriye tek bir sistem kaldı, liberalizm. Buna serbest piyasa diyoruz, demokrasi diyoruz, bireyin özgürlüğü, modernlik diyoruz, diyoruz da diyoruz. Birçok şeyi barındırıyor içinde. İnsanlar bireysel özgürlüklerini çok önemsedikleri için liberalizmi tercih etmek zorunda kaldılar.

“BİR AVUÇ MUTLU AZINLIĞIN SİSTEMİ”

Liberalizm dediğimiz, bir avuç mutlu seçkinin iradesiyle varlığını sürdüren, zenginin daha zengin olduğu bir sistem haline geldi maalesef. Hatta ve hatta dünya sermayesinin %95’inin %5’lik bir kesimde olduğu gerçeğinden hareket edersek geri kalan insanlığın ne büyük bir zulüm ne büyük bir açlık ve sefalet içerisinde olduğunu görürüz. Hani liberalizmde bireysel özgürlük vardı, serbest piyasa vardı? Eşit dağılım vardı… Peki ya yönlendiriciler? Ya bu piyasayı elde tutanlar? Ya kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımayanlar? Kendi ülkelerinin refahından başka diğer ülkelerin refahı adına en ufak bir hassasiyet göstermeyenler vesaire. Liberalizm artık yavaş yavaş miadını doldurma noktasına geldi. Fakat başka bir çözüm olmadığı için insanların tek dayanağı yine bireysel özgürlük, yine serbest piyasa. Bütün bunlarla beraber liberalizmi kabul etmek zorunda bırakılıyoruz. Peki 1,5 milyarlık İslam âleminden bahsediyoruz. Ümmetten, Ümmet hakikatinden bahsediyoruz ve yaklaşık yüzyıldan beri perişan edilen, bölüp parçalanan, zulme maruz kalan bir İslam coğrafyasından bahsediyoruz.

“KENDİ SİSTEMİMİZİ İNŞA ETMELİYİZ”

Bunlar adına liberalizmin dışında, bizim dünyanın algısına, ufkuna sunabileceğimiz bir sistem, bir modelimiz oldu mu? Bir çalışmamız oldu mu? Entelektüellerimizin, aydınlarımızın, faşizmi, komünizmi, liberalizmi tahlil etmekten başka, bir sistemi inşa etmek üzere yeni bir sistem, yeni bir düzen kurmak üzere herhangi bir çalışmasına, teşebbüsüne, uluslararası dergilerde yayınlanmış makalelerine kaç kere şahit olduk? Bence hiç. Olsa ses gelirdi zaten… Biz ne yapıyoruz bu konuda? Bilimsel olarak ne yapıyoruz? Bu işin sosyolojisi bakımından kaç tane aydınımız seferber oldu ve bu konuda ciddi çalışmalar yaptı? Yok. Bu yönüyle düşündüğümde çok kızıyorum. Bizim yaptığımız son yüzyıldan beri kızmak, hain aramak, hainleri afişe etmek, deşifre ettiğimizi düşünmek, onları kınamak, onlara beddua etmek. Bunun ötesine gidemiyoruz, yüzyıldan beri tavrımız bu.

“RÖNESANSI YÜZYILLAR ÖNCE BİZ GERÇEKLEŞTİRDİK”

Nasıl bu hale geldik sizce; bizi bu hale ne getirdi nasıl geldik?

Aydınlıktan karanlığa düştük ve hala önümüzü aydınlatacak aydınlarımız yok. Hâlâ bizim dünyamızda, kapitalizmin, modern dünyanın sunduğu can simitleri var. O can simitlerine sarılarak hayatımızı kurtarmaya çalışıyoruz. Meselemiz bundan ibaret son 150-200 yıldır. Endülüs’te, Avrupa’nın göbeğinde koskoca bir medeniyet inşa etmişiz. O dönem asıl Rönesans’ı bizim insanımız gerçekleştirmiş. Rönesans, “yeniden doğuş” diyor Fransızlar. Biz yeniden doğuşu 1400 sene evvel gerçekleştirmişiz aslında. Ve bunu kademe kademe, aşama aşama, farklı boyutlarıyla yeniden doğuşu her fırsatta insanın ufkuna sunmuşuz zaten. Selçuklu’yla, Osmanlı’yla sunmuşuz. Asrı Saadet ile zaten sunmuşuz. Biz yeniden doğuşu her dem gerçekleştirmişiz 17. yüzyıla kadar. Ondan sonra bir kopuş olmuş. Bir karanlığın içine düşmüşüz. Bu karanlığın içine düştükten sonra da bizi karanlığa düşürenleri zemmetmekten başka bir şey yapmamışız. Yeni bir düzen inşa etmek adına kaç tane aydınımız var ve uluslararası planda aydınlarımız orijinallikleriyle ne kadar ciddiye alınıyor? Bizim böyle bir sıkıntımız var.

Yüzyıllar önce biz Rönesansımızı yaptık ama yaşayan ölüler gibiyiz. O zaman bugün bizim bir uyanışa ve dirilişe ihtiyacımız var diyebilir miyiz?

Farkımız yok. Bunun kuramları belirlenmeli, temelleri oluşturulmalı. Bir sistem 10 yılda oluşmaz. Bunun için bedel ödenir. Bedel ödenecekse bugünden başlamak lazım. Bu bedeli ben de ödeyeceksem ödeyeyim. Ama 2 asır sonra aynı soruyu soran bir ümmet olmasın. 2 asır sonra desinler ki: “Atalarımız şu sıkıntıları tespit ettiler ve bunun bedelini ödediler. İşte bu düzeni bizim için kurdular.” 2 asır sonra bunlar konuşulsun. Minnet duygularıyla konuşsun İslam coğrafyası. Biz bu kafayla gidersek 200 yıl sonra hâlâ aynı sorular soruyor olacağız.

Uğur Işılak Kimdir?

Uğur Işılak, 15 Kasım 1971 tarihinde Almanya, Neviges’de doğmuştur. Aslen Ankara, Şereflikoçhisarlıdır. İlkokul, ortaokul ve liseyi Almanya’da okudu.

Çocukluk yıllarında, şiire ve şairlere olan merakı ile 8 yaşında ilk şiirlerini yazmaya başladı. Bağlama çalmayı abisi Abdullah Işılak’tan öğrendi.

12 yaşındayken ailesiyle birlikte Gelsenkirchen şehrine taşındılar. Açıköğretim İktisat Fakültesi’ni bitirdi. Fatih Üniversitesi Edebiyat Öğretmenliği Bölümü’ne devam etti.

Yazdığı şiirlerini, 13 yaşında bestelemeye başladı. 17 yaşında iken Almanya’da ilk albümünü çıkardı ve Avrupa’nın muhtelif yerlerinde konser verdi.

1990 yılında Almanya’da ses kayıt stüdyosu kurarak aranje ve tonmaisterlik yapmaya başladı.

1998 yılında Türkiye’ye yerleşti. Aynı yıl İstanbul’da ‘Divan Müzik’ şirketini kurdu.

2002 yılında “Ben Ağlarsam Kıyamet Kopar” adlı albümünü çıkardı ve Kanal 7 İnt. Kanalında ‘Uğur Işılak’la Ozanca’ isimli kendi TV programını sundu.

Uğur Işılak, 2008 – 2010 yılları arasında ATV Avrupa kanalında 32 hafta düzenli olarak ”Uğur IŞILAK’la Yıldırım Gibi” İsimli TV programını hazırlayıp sundu. Daha sonra”Söz pazarı” ve TRT Haber kanalında “Yeni Şeyler Söylemek lazım” isimli programlar yaptı.

2012 yılında Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerinden oluşan “Üstad” albümünü çıkardı.

Uğur Işılak Albümleri:

1993 – Kim Kime Dum Duma

1997 – Duy Sesimi

1998 – Dönen Alçak Olsun

2000 – Söyleyeceklerim Var

2001 – Yıldırım Gibi

2002 – Ben Ağlarsam Kıyamet Kopar

2005 – Kalabalık Yalnızlara & Ozanca

2006 – Sil Baştan

2007 – Aşkın Cenazesi Var

2008 – Sizin Gibi Değilim

2009 – Artık Geç Oldu

2011 – Miras 1

2012 – Üstad

2013 – Makam-ı Sultan

2014 – Akifçe

2015 – 2 CD 2 Kelam

2018 – Aklıma Düşünce