Kara Cuma, Efsane Cuma, Şahane Cuma isimleriyle gündeme gelen alışveriş çılgınlığına ilişkin Sosyolog İsmail Öz, Diriliş Postası’na konuştu. İşte İsmail Öz'ün o açıklamaları...

Diriliş Postası Muhabiri Büşra Kılıç /Mülâkat

Yaşanan alışveriş çılgınlığının altında yatan toplum sosyolojisini araştıran Sosyolog İsmail Öz, “Kapitalist düzenin içinde insanlar, üzücü olarak bir gösteriş yarışının içinde. Kanaat edilmeli ve bu çılgınlıktan vazgeçilmelidir.” dedi.

Kara Cuma, Efsane Cuma, Şahane Cuma isimleriyle gündeme gelen alışveriş çılgınlığına ilişkin Sosyolog İsmail Öz, Diriliş Postası’na konuştu. Kapitalist sistemin, toplumların psikoloji sini nasıl paraya dönüştürebileceği noktasında son derece mahir olduğunu söyleyen Öz, “Bugün -sahnelik toplum halini aldık. Sahnelik toplum, yani her şeyini bir şov uğruna, gösteri, gösteriş uğruna heba etme noktasında olan ama hiçbir zaman da mutlu olamayan bir toplum. Çünkü bir şeye ulaştığınız zaman o iki gün sonra artık sizin için bitmiş bir hazdır. İlkeleriyle hareket edemeyen insanlar, duyguları, tutkuları ve hazlarıyla hareket ediyorlar. Bizim aslında gerçek mutluluğu, gerçek zenginliği yakalayabilmemizin yolu bizim değerler sistemimizde ve inanç mekanizmalarımızda gizli. Biz en büyük zenginliğin kanaat olduğunu söyleyen bir peygamberin ümmetiyiz.” dedi.

SUNİ MUTLULUK TABLOSU

Özellikle Kara Cuma üzerinden toplumda bir alışveriş çılgınlığı mı var? Toplum nereye gidiyor?

Kapitalist sistem, gerçekten de toplumların psikolojisini nasıl paraya dönüştürebileceği noktasında son derece mahir. Neredeyse her günümüz bir şeyi kutlamakla geçiyor. Bu insanların duygularına işlemeyen, onların manevi duygularını tatmin etmeyen bir şey gün kutlamaları. Tamamen kime, kimin çıkarları- na hizmet ediyor bunu çok net bir şekilde ortaya koyduğunuz zaman  fotoğraf daha net bir şekilde görünüyor. Bu tip kutlamalar tamamen bizim dışımızda tecelli eden ama gerçek anlamda ruhumuzu tatmin etme, kendimizi mutlu etme anlamında kalıcı bir tesire sahip olmayan şeyler. Böyle bir tesir de söz konusu değil. Yapay düzlemde ilerleyen, suni bir mutluluk tablosu ortaya çıkaran ama hiçbir zaman kalıcılaşamayan bir durum. Çünkü mutluluk özellikle insanın kendi ruhunda, kimliğinde ortaya çıkan ve sürekli bir yenilik addeden, sürekli ona bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji kaynağı olarak aslında insana ima, inşa ve icra eden bir taraf ortaya koyabilmesi lazım. Bu durumu da insana ancak insanın inançları yaşatabilir. Biz en büyük zenginliğin kanaat olduğunu söyleyen bir peygamberin ümmetiyiz. Yani bizim aslında gerçek mutluluğu, gerçek zenginliği yakalayabilmemizin yolu bizim değerler sistemimiz- de ve inanç mekanizmalarımızda gizli.

Sosyolog İsmail Öz

“SAHNELİK TOPLUM”

Bir vadi dolusu altın verseniz yine yetmez ikinci vadiyi de is- ter insanoğlu. O vesileyle ruhu- muzun ve bedenimizin meydana getirdiği bu tabloda ruhumuzu mu, bedenimizi mi, nefsimizi mi doyuran işlere yöneleceğiz bir defa buna karar vermemiz lazım. Toplum, bu dikotomi yani insan bedenindeki bu çatallaşma, sekülerleşme ile dini inançlarını yaşama noktasında bir çıkmazın içerisine girmiş, bu çatallanmanın getirdiği bir denize düşmüştür. Bugünün kapitalist düzeni içerisinde yaşayan bugünün in- sanını gerçekten de aslında çok üzüleceğimiz bir tabloda, bir yarışın içerisinde görüyoruz. Birbirini geçme yarışı. Bugün -sahnelik toplum-halini aldık. Sahnelik toplum, yani her şeyini bir şov uğruna, gösteri, gösteriş uğruna heba etme noktasında olan ama hiçbir zaman da mutlu olamayan bir toplum. Çünkü bir şeye ulaştığınız zaman o iki gün sonra artık sizin için bitmiş bir hazdır. İlkeleriyle hareket edemeyen insanlar, duyguları, tutkuları ve hazlarıyla hareket ediyorlar. Bu tutkularla hareket etme biçimi de sürekli inişli çıkışlı, yanıp sönen tutkulara tekabül ediyor. Yani bir şey yanıyor ve tatmin edildiği zaman sönüyor. Kısa süreli, uzun vadede insanı mutlu etmeyen bir takım ruhsal durumlar ortaya çıkarıyor. Bu da hem toplum hem birey açısından gerçekten de öngörülemez, çok belirsiz, ruhu tatmin etmeyen birtakım çöküşlere de sebebiyet verebiliyor. Bunu, insanoğlunun kapitalistler karşısında ve bu algıyı yönetenler karşısındaki çok büyük bir çaresizliği olarak da ortaya koymamız lazım.

Toplum tipik çelişki içerisinde

Seküler deyimleri üzerinden baktığımız zaman bu parayı, parasal sistemleri yöneten bütün sistemler insanın zihninde aynı anda yaşıyor. Yani ben aynı anda tüketim toplumunun piyasa anlayışına inanarak onun bana önerdiği davranış kalıplarını sergilerken öbür taraftan klasik iktisatçının savunduğu şeyi de önerebiliyorum veya yaşayabiliyorum. Bazı yerde Müslümanca bir tavır sergileyebiliyorum, öbür tarafa gidiyorum kapitalizmin ortaya koyduğu başka bir bilgi anlayışı sergiliyor olabiliyorum. Toplum öyle bir noktaya geldi ki, bunların her birine aynı anda, aynı zihinde yer verebiliyor. Ve bunlar tipik çelişkiler meydana getiriyor. Biz nerede duruyoruz? Bizim durduğumuz yer nedir? İşte bu çelişkiler yumağının içerisinde bu rizomatik halimiz, Türk ağaç modellemesi üzerinden baktığımızda bir ağaç kökü gibi keçeleşmiş düşünceler yumağı içerisin- de bir anlamda bu zorluğu bugünün insanı yaşıyor. Buradan çıkabilmenin yolu kendi inançlarımızı ve değerlerimizi daha net bir tabloda, daha çelişmez bir zeminde yaşamaktan geçer. Aksi takdirde bu çelişkileri yaşadığımız zeminde, her fırsatta bizi bu zeminde yönetmek ve yönlendirmek isteyenlerin tabiri caizse ekmeğini yağlamış oluyoruz.

ROTAMIZI VE DEĞERLERİMİZİ KAYBETMEMELİYİZ

Bunu aşabilmenin en temel yolu tekrar adresimize, değerlerimize dönmek ve inançlarımız çerçevesinde buna karşı kati bir duruş sergileyebilmekte ilgilidir diye düşünüyorum. Biz bu duruşu sergileyemediğimizde, adresimizi, değerler sistemi içerisindeki yolumuzu kaybettiğimizde ister istemez kapitalizmin sahasına dahil olmuş oluyoruz. Çünkü onların aradığı şey de bu. Bizi geçmişimizden ve adresimizden ne kadar koparabilirlerse, bizi rotasız bıraktıkları anda biz onların rotasına daha müsait bir hale geliyoruz. Bu rotasızlığımızdan bir an evvel kurtula- bilmemiz, o değerler sistemine yeniden entegre olabilmemiz lazım ki bu asimilasyonlara, işgallere karşı da ciddi bir şekilde bir duruş sergileyebilelim.

KUMAŞA DEĞİL MARKAYA PARA VERİYORUZ

İndirimli ürünlerin fiyatları konusundaki üçkâğıtçılık hakkında ne düşünüyorsunuz? Algı oyununun, ticari ahlak noktasında yapıldığını söyleyebilir miyiz?

Medya ‘fırsatları kaçırma’ şeklinde bir algı oyunu yürütüyor diyebilir miyiz? Kapitalizmin ya da tüketim toplumunun kendi paradigması içerisinde tutarsız bir şeyi yok. Sistem içerisinde her türlü şey bir parametreye, tamamlayıcı bir unsura tekabül ediyor. Kapitalizm, kendi mantalitesini belli bir kontrol sistemi içerisinde uyguluyor ve hangi şeyi, hangi aşamada devreye sokacağını çok iyi biliyor. Zaten bu kapitalizmin içerisinde fiyatlar da hiçbir zaman kendi gerçek dünyası içerisinde cereyan etmiyor.

Tamamen sanal birtakım değerlendirmeler, değer oluşturmalar üzerine inşa edildiği için biz şunu çok iyi biliyoruz, aynı değerdeki bir kumaşı falanca marka değerini giydirdiğimizde biz aslında kumaşın kendi gerçek değerinin ötesinde bir markaya ücret ödüyoruz. Bu soyut bir şey ve ucu çok açık. Aynı kumaş bir tarafta 50 TL iken öbür tarafta aynı kumaşla üretilmiş başka bir ürün marka boyutu üzerinden 20 bin TL’ye bile alıcı bulabiliyor. Bu değerleme işte marka değeri, soyut bir değerleme üzerinden yapıldığı için ucu çok açık. Bu marka değerini oluşturabilmek adına da reklam ve algı süreçlerini çok iyi yönetmek gerekiyor. Bu mecralar, televizyonlar, reklam alanları bu şekilde birbirini çok fazlaca destekleyen bir zeminde ilerlediği için de insanlar da bir zinciri. Bu sahne toplumunun en büyük istediği şeyi de takdim ederek ona grup ve toplum içerisinde bir prestij kazandıracağı vesilesini de çok iyi işliyor.

O markayı giyerek toplumda yürüdüğünüzde veya toplum içerisinde bir durum sergilediğinizde size bunun çok farklı bir noktadan, bir perspektif katacağını, karşı taraftaki bilinçte bunun bir karşılığının olduğunu biliyorsunuz. O zaman her şey birbirini çok farklı noktalardan, çok farklı parametrelerle tamamlar noktaya geliyor. O yüzden tüketim toplumu ve kapitalizm, kendi paradigması içerisinde bu tutarlıkla yürürken onun karşısında duranların da kendi paradigmaları açısından tutarlı bir zemin ortaya koyabilmesi lazım. Çelişmemesi lazım.