AYIN KİTABI/ BİR BİLİM ADAMININ ROMANI-OĞUZ ATAY

Ben Mustafa İnan... Bilim adamı ve inşaat mühendisiyim. 1911 yılında Adana’da doğdum. Ailenin tüm erkek çocukları hastalanıp vefat ettiği için ailem doğumuma pek sevinememiş, lohusa yatağıma siyah battaniye sermişlerdi. Adana çok sıcak olduğu için geceleri damda uyuyordum, annemin aldığı tüm önlemlere rağmen sıcak bir yaz gecesi uyuduğum damdan düştüm, komaya girdim. Herkes benden ümidi kesmişti ama bir mucize oldu ve hayata döndüm. Fakat bünyem eskisi gibi değildi artık, eskisine göre çok daha zayıftı. En ufak bir darbede burnum kanamaya başlıyor ve bu kanama kolay kolay durmuyordu. Arkadaşlarımla futbol oynayamıyordum.

Yedi yaşındayken Fransızlar Adana’yı işgal etmişti. O esnada mahalle mektebine başlamıştım. Damdan düşüp zayıf bünyeyle kaldığım için annem öğretmenden beni dövmemesini rica etmişti. Bu sayede sıra dayaklarında en sonda oluyor ve herkes dağıldıktan sonra ben de dayak yemeden eve gidiyordum. Fransız işgali olduğu için Adana’dan kaçışlar başlamıştı. Bu işgal sebebiyle ailemle Konya’ya göç etmek zorunda kalmıştık. Cumhuriyetin ilanına kadar ailem ile Konya’da yaşadık.

BAŞARILI BİR ÖĞRENCİ 

Cumhuriyet’in ilanından sonra memleketime –Adana’ya- geri dönerek orada eğitimime devam ettim. İlkokul ve ortaokulu bitirdim. Sonrasında Adana Lisesi’ne başladım. Ders çalışmamın görülmemesine rağmen hafızam ve kimseye fark ettirmeden düzenli ve disiplinli ders çalışmam sayesinde kısa zaman içerisinde okulumun en başarılı öğrencisi olmayı başardım. Henüz ortaokuldayken kendimden üst sınıflardaki abilerime dersler vermeye başlamıştım. Yaz tatillerinde Adana’daki bir kuyumcuda ve eczanede çıraklık yapıyordum. Lise yıllarımı tüm arkadaşlarıma ders veren, tüm öğrencilerle hatta öğretmenlerle bile arkadaş olan, başarılı bir öğrenci olarak geçirdim ve 1931 yılında liseden mezun oldum.

Üniversiteye başlarken ki amacım babamın ölümüyle büyük bir sarsıntı yaşayan ailemin geçimini sağlamak ve üniversiteyi en kısa sürede bitirip öğretmen olmaktı. Bu yüzden İstanbul’a giderek Yüksek Mühendis Mektebi’nin giriş sınavlarına katıldım, sınavı birincilikle kazandım. Ardından mühendislik okuyup bu mektepte öğretmen olmaya karar verdim. Üniversite hayatım lise hayatımdan çok da farklı değildi. Hem arkadaşlarım hem de hocalarım seviyordu beni. Üniversite yıllarımı sadece okula ayırmıyordum, okulun yanı sıra İngilizce ve Almanca öğrenip İstanbul’da lise öğrencilerine ders vererek hayatımı kazanmaya çalışıyordum.

ŞİŞLİ'DE SOBALI KÜÇÜK BİR EV

Öğrencilerimden biri olan Jale Ogan ile aramızda olan öğretmen-öğrenci ilişkisi kısa zamanda bir sevgiye dönüştü. Ben doktora için İsviçre’ye gittiğimde Jale de üniversite için Almanya’ya gitmişti. O zamanlarda birbirimize sürekli mektuplar gönderiyorduk ve bu mektuplardan birinde birbirimize olan sevgimizi itiraf etmiştik. Doktoramı bitirdikten sonra 1945 yılında İstanbul’a dönüp profesörlüğe atandım. Jale ile evlendikten sonra Şişli’de sobalı küçük bir eve taşındım.

Okulda ders vermenin yanı sıra benden yardım isteyen mühendislere, eski arkadaşlarıma ve diğer hocalara yardım ettim ve İstanbul Teknik Üniversitesi'ndeki ilk doktorayı yaptırdım. Ülkede bilimin ilerlemesi için canla başla tüm zor işlerin altından kalkıyordum. Kırklı yaşlarımda kendimi fazlasıyla bitkin hissetmeye ve sağlık sorunları yaşamaya başladım. Lise ve üniversite yıllarımda olduğum gibi okuldaki öğrencilere yardım edip sosyal çevrelerde de bulunuyordum, edebiyatçı Yahya Kemal'in, diğer üniversite profesörlerinin ve siyasetçilerin düzenlediği toplantılara katılmaya başlamıştım.

1971 YILI HİZMET ÖDÜLÜ 

 Mekanik,  matematiğin yanında tarih, edebiyat, felsefe, din ve dilbilgisi gibi konularla da uğraştım. Hayatımın son yıllarında ders vermekten bir hayli yorulduğum için biraz kendi projelerime ağırlık vermeye başladım. Makaleler ve kitaplar yazmakla birlikte Kadıköy’deki bir apartmanın inşasında bulunarak burada bir ev sahibi olmaya çalıştım. Ama bu esnada hastalığım daha çok ilerledi. Jale’nin ve arkadaşlarımın ısrarlarına dayanamayıp en sonunda tedavi için Almanya’ya gittim. Almanya’da dönem dönem kendimi daha iyi hissetsem de hastalığıma kesin bir çözüm bulunamadı ve ben Mustafa İnan 1967 yılında Almanya’nın Freiburg kentinde hayatımı kaybettim. Ölümümün ardından 4 yıl sonra bilim ödülüne layık görüldüm. Ödülün üzerinde ise; " Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Bilim Kurulu 9 Ağustos günü 134 sayılı toplantısında Profesör Doktor Mustafa İnan’a İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 1944’lerde başlayıp 1967’de vefatına kadar tatbiki mekanik dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve çok sayıda genç araştırıcı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olmasını dikkate alarak 1971 yılı hizmet ödülü" ifadesi bulunmaktadır.

Hazırlayan: Mustafa Musab Yıldız

TÜRK EDEBİYATINDA GÜNLÜK 

Bir kimsenin düzenli olarak o günkü anlayışını, düşüncelerini, üstüne tarih atarak kaleme aldığı yazılara “günlük” veya Nurullah Ataç’ın edebiyatımıza kattığı söylemle “günce” denir.

Bana göre günlük insanın içini boşalttığı ve kendini rahatlattığı yazılardır. Günlük, Türk edebiyatına ilk defa divan edebiyatında “ruzname” adıyla girmiştir. Ruzname, Osmanlı padişahlarının sır kâtipleri tarafından tutulmaktadır. Ruzname karşımıza sadece bir tarihi belge olarak değil bir edebiyat ürünü olarak da çıkmaktadır. Haftanın veya ayın bir gününde yapılması iyi ve iyi olmayan davranışlar anlatılır. Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi” de ruzname gibi tam olarak günlük olmasa da bazı kısımları ile günlük kabul edilmektedir.

Türk Edebiyatı’na Batılı anlamda günlük ilk defa Tanzimat Dönemi’nde girmiştir. İlk örnek ise Direktör Ali Bey’in yazdığı “ Seyahat Jurnali” isimli eseridir. Ardından şair Nigar Hanım’ın yazdığı “Hayatımın Hikâyesi” adlı eserdir.

27 KASIM 1884

Bir zamanlar her şey benim gönlüme ferahlık verirdi. O zamanlar bir güzel manzaranın temaşasıyla günümü mesudâne geçirir, tabiatın her türlü değişikliğinden ayrı ayrı hazzetmek için güneşin batışını deniz kenarından seyrederdim. Ruhum ondan, türlü hasretler duyardı. Mehtaba rastlayan gecelerde ayın doğuşuna ve denizi nurlandırışına, gene bir sahilden, o kadar haz ile bakardım ki gözlerimi bu temaşadan bir dakika ayıramazdım. Bu halde bütün geceyi uykusuz geçirdiğim olurdu da bir dakika bile ruh sıkıntısı duymazdım. O zamanlar ruhumu, kalbimin ensaf ve en mâsumâne hislerinden başka bir şey işgal etmezdi. Bilmem ki kalbimde parlayan ümitziyası mı cihanı gözüme bu kadar parlak gösterirdi.

Heyhat! Saadet ne çabuk geçermiş... Bütün o mesut günlerim bir an içinde yok oldular diyeceğim geliyor. Geçmez olan kederli zamanlardır ki insan her saatini sanki bir asır, her gününü de sonsuz sanır. İşte ben şimdi bu halde bulunuyorum durumum büsbütün değişti. ‘Mâsumâne Düşünüş’ten -(Hayatımın Hikâyesi, Nigar Hanım, 1959)

Günlük dalında verilen eserlerimizin sayısı gün geçtikçe artmıştır. Bununla beraber eserlerimizin edebiyatımızdaki yeri pekişmiştir. Ancak günlük türünün edebiyatımızdaki dönüm noktası 1950 yıllında olmuş, Nurullah Ataç’ın gazeteye günlük yazdığı yazılar sayesinde dikkat çekmiş ve ilgi odağı haline gelmiştir. Nurullah Ataç, sadece günlük türünü geliştirmekle kalmamış edebiyatımıza yeni bir kavram dahi sokmuştur. Ataç, daha sonra gazeteye yazdığı bu yazıları toplayıp “Günce” adlı bir kitap altında toplamıştır. Bu kitap günlük türü denilince akla ilk gelen eserlerden bir tanesi olarak hâlâ yerini doldurmaktadır.

 12 OCAK1954

“Sanat eseri nedir?” diye soranlara “Kişiyi bıktırmayan şeydir.” demeli. Duvara astığımız resme her gün bakıyoruz, bir ezgiyi ikide bir yeniden dinliyoruz, bıkmıyoruz usanmıyoruz onlardan. Okuduğumuz romandan, şiirden de bıkmamalıyız. Merakla okuduğunuz bir hikâyeyi, bir daha okuyamazsanız, okumak arzusunu duymazsanız, ondan aldığınız zevk, bilin ki sanat zevki değildir. Yahut sanat zevkini tadabilecek insanlardan değilsiniz. Yalnız sanat eserinden mi bıkmayız? Hayır, güneşin doğup batmasına bakmaktan, ay ışığında gezmekten, bu gibi şeylerden bıkmayanlar da vardır. Öyleyse tamamlamalı o tanımlamayı: “Sanat eseri; insan eliyle, bir işe yarasın diye değil, zevk versin diye yapılmış, bıktırmayan, zevki tükenmeyen şeydir.” işe yarasın diye yapılmış şeyler de o zevki veremez mi? Verebilenler vardır, ama onlara da bir sanatpayı karışmıştır. -(Günce, Nurullah Ataç, 1972)

GÜNLÜK VE ATAY

Akla gelen diğer eserler ise Oğuz Atay’ın Günlük’ü ile Cemal Süreya’nın “Günler” adlı eseridir. Günlük, eşinden ayrıldıktan sonra ve hastalığı sürecinde Atay için bir sığınak olmuştur.

Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. ‘Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu,’ dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.  -(Oğuz Atay, Günlükler)

İNSAN YAŞADIKLARINI YAZMAYI DENEMELİ 

Gördüğümüz gibi bu türde edebiyatımızda önemli eserler vardır ve olmaya da devam edecektir. Çünkü insan her zaman içini boşaltacak bir şeye ihtiyaç duyar. Bu; kimi zaman yakın bir dost, kimi zaman sahifeler olur. Bazen içini kimselere açamazsın, o zaman bu sayfalar daha çok kıymete biner. Bazı insanlar vardır ki o sayfalara düşüncelerini öyle inci gibi dizer ki o zaman her şey susar, cümleler konuşur. Kalem, dilin tercümanı olur. İşte, bu tür yazılarda insanlar hissettiklerinin kâğıda dökülmüş, tercüman olmuş halini bulur. Onun için her insan hayatında bir kere de olsa yaşadıklarını, hissettiklerini yazmayı denemelidir. Kim bilir belki içimizden Nurullah Ataçlar, Oğuz Ataylar çıkacaktır.

Hüseyin Musap Nahırcı 

ŞİİRHANE

 هر زمانت پیش چشم خود تخیل می کنم

Her zaman seni kafamda hayal ediyorum,

 یک به یک اسرار حسنت را تامل می کنم

Senin iyi olma sırlarını tek tek tefekkür ediyorum. 

چون بدین خوبی که هستی نقش می بندم تو را

O kadar iyisin ki senin iyiliklerini zihnime kazıp

می شوم حیران که بی تو چون تحمل می کنم

Sensiz nasıl tahammül ettiğime şaşırıyorum.

 Taha HASANNİAZİ/ İran

BAZI KELİMELER ÇOK GÜZEL

Kelimemiz: Merdümgiriz

Kökeni: Farsça

Anlamı: İnsan içine karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse, mizantrop.

Seyf Ullah

 

Editör: TE Bilisim