Dr. Ali Aslan / Analiz

ABD 11 Eylül 2001’de kendi topraklarında maruz kaldığı terör saldırılarından sonra Irak ve Afganistan’ı işgal etti. Amaç ABD’yi ya da daha popüler ifadeyle “özgür dünyayı” hedef alan terörist grupları yok etmek ve bu iki ülkeyi yeniden inşa edip demokrasi getirmekti. Yirmi yıl sonunda ABD ne terörist olarak tanımladığı aktörleri bütünüyle ortadan kaldırabildi ne de bu ülkelerde demokratik bir devlet yapısı inşa edebildi. Çok sayıda sivil halk yerinden edildi, her türlü şiddete maruz kaldı ve çatışmalarda öldürüldü. Bu iki ülke her açıdan geriye gitti. Bu işgallere zemin hazırlamak için ortaya atılan iddiaların önemli bir kısmının -mesela Irak’ta Saddam rejiminin nükleer silahlara sahip olması- dönemin neo-con dış politika yapıcıları tarafından uydurulduğunun ortaya çıkması ABD’nin güvenilirliğine önemli bir darbe vurdu ve prestij kaybına neden oldu. ABD devletinin bu keyfiliği ve beceriksizliği dünyaya liderlik etme iddiasının altını oydu. Afganistan’dan çekilme kararı ve sonrasında yaşanan travmatik gelişmelerse bu sürecin son halkası oldu.

SURİYE BATAKLIĞA DÖNDÜ

Bu iki ülkeye 2014 sonbaharında DEAŞ’la mücadele kapsamında YPG’ye verilen hava desteğiyle başlayan ve görece kısıtlı tutulan Suriye’nin işgali eklenmişti. Suriye’de de ABD istediğini tam olarak elde edemedi. DEAŞ yenildi ancak tam olarak sahadan silinemedi. Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinden sonra bu tür örgütlerin Suriye dahil bölgede başka yerlerde tekrar hortlamayacağının bir garantisi yok. Ülkede demokrasinin önündeki en büyük engel ve ağır savaş suçları işlemiş Esed rejimi ise halen ayakta. Esed rejimi varlığını Rusya ve İran’a borçlu. Süper güç ABD ne yazık ki bu iki bölgesel gücü bastırıp Suriye’de de istediğini elde edemedi.

Daha da kötüsü, ABD’nin düşman devlet kategorisinde değerlendirdiği İran hem Irak hem de Suriye’de yaşanan işgaller neticesinde geniş bir alanı kontrolü altına aldı. Tarihi düşman Rusya bölgede daha fazla bayrak göstermeye başladı. Türkiye’nin PKK ile çatışma hattını Irak ve Suriye içlerine çekmiş olmasını da ABD’nin başarısızlık hanesine yazmak gerekir. En önemlisi, PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tam olarak meşru bir aktöre dönüştürülemedi. Bu terör örgütünün akıbetinin ne olacağı ve devletleşme hedefl erine ulaşıp ulaşamayacağı halen belirsizliğini koruyor. Bu belirsizliğin yarattığı endişe, ABD’nin Afganistan’ı ani bir kararla Taliban’a bırakması ve kendi kaderine terk etmesiyle katmerlendi.

BIDEN FİYASKOSU

Irak’ta ise askeri çekilme tam olarak sağlanmış değil. 2011’deki çekilme kararının ardından ABD kendince riskler görüp geri dönmüştü. Günümüzde Irak’ta ABD askeri varlığının oldukça azalmış olduğu ve operasyonlara aktif bir şekilde katılmadığı bir gerçek. ABD sorumluluğu büyük oranda yerel güçlere bırakmış durumda. Önceden belirlenen takvime göre, ABD’nin bu yıl sonuna kadar Irak’tan çekilmesi gerekiyor. Ancak Afganistan’da yaşananlardan sonra bu kararın uygulanma sürecinin oldukça zor geçeceğini söyleyebiliriz. Biden yönetimi üzerinde muhalifl er büyük bir baskı kurmuş durumda. Biden’ın beceriksiz bir yönetim sergilediği tezi yoğun bir şekilde işleniyor.

SURİYE’DEN ÇEKİLİRLER Mİ?

Suriye’de ise ufukta herhangi bir askeri çekilme görünmüyor. ABD her ne kadar sorumluluğu YPG terör örgütüne ya da kendi ifadesiyle “Suriye Demokratik Güçleri’ne” devretmiş olsa da askeri koordinasyonun sağlanması, takviye güç ve askeri mühimmat transferi gibi politikalarla buradaki askeri varlığını devam ettiriyor. Afganistan ve Irak’tan farklı olarak ABD’nin stratejik netliği, yani YPG devleti kurma konusundaki kararlılığı -en azından şimdilik- Suriye’deki ABD askeri varlığının bir süre daha devam edeceğini gösteriyor

ABD’nin güvensizlik imajı pekişti

Afganistan'da yaşananlara bakılırsa ABD’nin kontrolü gerçekten de kaybettiği anlaşılıyor. Keza Taliban’ın önünü açmak ABD’yi zora sokmadan da başarılabilirdi. Ortaya çıkan kargaşa ve çaresizlik kokan görüntüler ABD gibi bir süper güç açısından büyük bir talihsizlik olarak değerlendirilmeli. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi dünya kamuoyu tarafından Afgan halkını terk ettiği şeklinde anlaşıldı. Bu durum, diğer devlet ve toplumlar nezdinde ABD’nin güvenilirliğini kaybetmesine yol açabilir. ABD’nin, iddia edildiği gibi kendisi açısından daha kritik durumlarda -örneğin, Çin’in Tayvan’a saldırması durumunda- müttefiklerini terk etmeyeceğini söylemek bu algıyı değiştirmeyebilir. Kendi çıkarlarını, hem de siyasi ilkelerinin -liberal-demokrasi ve sekülerizm- masada olduğu bir durumda, bu denli müttefiklerinin önüne koyan bir devletin vaatlerinin pek inandırıcılığı olmayacaktır.

‘Kültürel ve toplumsal çölleştirme’

ABD’NİN son 20 yılda bu bölgede ne yaptığını anlamak kolay değil. Çelişkilerle dolu politikalar uzmanların farklı tezler ortaya atmasına sebep oldu. Bazıları ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını komünizmden sonra yeni bir düşman -İslam dünyasıyaratma ihtiyacına bağladı. Samuel P. Huntington gibi siyasi çevrelerde etkili bir akademisyenin kaleme aldığı “medeniyetler çatışması” tezinin Washington’da alıcı bulması bu iddiaları destekler nitelikteydi.Bazıları ise bölgede artan toplumsal değişim taleplerinin ABD aleyhine bir sonuç ortaya çıkarmadan askeri güç kullanılarak ve şiddetin önü açılarak bastırılmaya çalışıldığını öne sürdü. “Kültürel-toplumsal çölleştirme” şeklinde adlandırılan bu politikanın büyük ölçüde başarılı olduğunu belirtmek gerekir.

“TANRIYI KIYAMETE ZORLAMAK!”

Ülkeleri işgale uğrayan insanlar ölümü göze alarak tarumar edilmiş vatanlarından kaçmanın yollarını aradılar. Tarihin en büyüklerinden birisi olan bu göç dalgası halen yoğun bir şekilde devam ediyor.Neo-conteo-politik kafa yapısını baz alan bazı uzmanlar ise ABD’nin büyük bir çatışma çıkararak “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” çalıştığını dillendirdi. İsrail ve İran’ın karşılıklı efelenmelerle bölgede zaman zaman çıkardığı kuru gürültü bu bağlamda değerlendirilebilir. Her ne kadar karşılıklı birbirini yok etme tehditleri laftan öteye geçmese de bölgeyi istikrarsızlaştırarak dış müdahaleye kapı aralamaya devam ediyor.

Editör: TE Bilisim