“Kendine iyilik yapmak istiyorsan başkasına iyilik yap” İslam inancıyla yoğrulmuş bu toprakların temel düsturlarından biridir…

Ramazan ise Rabbimizin Bakara 148’de “Öyleyse hayırda yarışın” emri mucibince adeta bir “iyilik kuşatmasıyla” muhasaraya alınan çok mübarek bir aydır…

Her şehir ve her fert farklı bir iyilik anlayışını kendisine görev bilerek yarıştırır…

Doğduğum şehir Bayburt’un da çok kadim iyilik anlayışları var; yarışın ön saflarında…

Türkiye’de kurulan ilk cemiyetlerden biri olan; “Müslüman dilendirmezler”in Bayburt’ta kurulması bir tesadüf değildir…

Bugün bile neredeyse dilencisi olmayan yegâne şehirdir Bayburt…

Peygamberimizin sancaktarı Abdülvehhap Gazi Hazretlerinin, dünya çapında mühim İslam Hukukçumuz Ekmelüddin El-Bâbertî’nin, Dede Korkut’un, Sair Zihni’nin, Ağlar Baba’nın ve daha nice Allah dostunun mayaladığı inançlar, değerler, bugün de hala yaşıyor/yaşatılıyor bu topraklarda…

Sağlam bir hafızayı devralan o mümtaz şahsiyetlerin torunları olarak Bayburt Vakfı’nın yönetimi ve üyeleri, bu ramazanda da Bayburt’ta adeta dokunmadık gönül bırakmadı…

Üç gün boyunca yoğun bir “iyilik kuşatması”na alınan gönüller fethedildi ve eski Ramazanları aratmadı…

Bütün Bayburtluları iftarda buluşturan Saat Kulesi Meydanı, tarihe çok güzel resimler bıraktı…

Müslümanın dilenmesinden hicap duyan, kendisini sorumlu hisseden bütün iyilik sahiplerinin yolu açık olsun…

Ne mutlu, iyiliği “sepici” hale getirenlere!

Şu 24 Nisan teranesi...

Vakti geçmeden bu konuda bir şeyler yazmak istedim…

Her yıl bıkmadan, usanmadan önümüze getirilen ve artık kabak tadı veren 24 Nisan teranesi…

“İcat” edenlerden başkasının inanmadığı bir iftira aslında…

Hatta asıl katillerin, kurbanlarını “katil”likle suçladığı büyük çarpıtma…

Yine bir Bayburtlu olarak “Ermeni Mezalimi”nin ne olduğunu iyi bilenlerdeniz…

Taş Mağazaların dili olsa da konuşabilse ahı Arşa çıkan o zulmü; yanan insanların çığlığından…

Evet; "Geçmişte yaşanmış ama geçmemiş olaylar" bize François Dosse'nin; "Ölüler mi yoksa diriler mi daha güçlü?" sorusunu hatırlatır...

Sorunun cevabı açık; çünkü biz geçmişte bize biçilen gömlekleri giyeriz ve gömlekleri biçenlerden, onları yenilemesini de isteyemeyiz artık...

Olan olmuştur ve yarım kalan hesaplar sonrakilere kalmıştır...

Buraya kadar sorun yok...

Asıl mesele, "tarihe gardiyanlık" yaparak, "tarihe emrederek" olanın olduğundan farklı bir şekilde yeni nesillere taşınmasıdır...

Bu, Ermeni olaylarında Ermeniler eliyle yapıldı/yapılıyor...

Lakin başka sahalarda da Türk tarihçiler eliyle yapıldı/yapılıyor...

Dolayısıyla, "Geçmiş ile tarih aynı şey değildir..." hakikati de hep diri kalıyor...

"Sahi, geçmişte ne yaşandı?" sorusu samimi bir sondaj gerektiriyor; vicdana vabeste olarak...

Zira biz geçmişimizden ve onu inşa eden ecdadımızdan eminiz...

Gerisi tarih gardiyanlarının sorunudur...

Tarihi, sesi fazla çıkıyor diye katliam yapanlardan ya da zalimlerden öğrenecek değiliz…

Acının zihnimize kazıdığı zalimlerin eşkâlini unutacak da değiliz…

Katil de bellidir masum da…

Sesli, sessiz bütün tanıklarıyla onlar, tarih mahkemesinin vicdanında ak ve paktırlar…

Gerisi angarya…