Papağan ile kargayı aynı kafese koymuşlar. Karganın çirkin görünüşünden rahatsız olan papağan başlamış sitem etmeye:

‘’Bu ne dehşet bir manzara! Yüzünü gören sanki gazaba uğramıştır.’’

Ve devam etmiş:

‘’Keşke seninle aramız iki maşrık (doğu ile batı) kadar uzak olaydı…’’ (Zuhruf/38)

Sonra, kasvet içindeki gönlü, dudaklarına şu mısraları akıtmış:

Kim ki sabah kalkıp senin yüzünü görse, afiyet ve güzellikle başlayan selâmet günü en kara matemlere boyanır, ona akşam olur… Sohbetine düşen biri senin gibi bedbaht suratlı olmalıydı diyeceğim ama… Sana benzeyen biri bu dünyada nasıl bulunur?

Fakat ne garip, karga da papağandan usanmış. Çaresizce hayıflanıp, ‘’lâ havle’’ çekerek ‘’baht-ı nigûn, tâli’-i dûn ve eyyâm-ı bukalemûn’’dan şikayetler etmiş:

Ben nasıl bir kimseyim ki talihim tersine dönmüş, bahtımın başı aşağıda, hayatım sürekli renk değiştiriyor… Oysa şerefime layık olan, benim gibi bir kargayla beraber, güzel bir bağın duvarında seke seke dolanıp, nazlı nazlı gezinmekti…

Nitekim şöyle demişlerdir:

Bir zâhidi, ibadetlerine düşkün birini hapsetmek istersen, onu rindler meclisine sokman yeterlidir. Onların hal ve sohbetlerinden sıkıla sıkıla zindana tıkılmış gibi olur…

Girdikleri söz savaşında, karganın papağandan aşağı kalır yanı yokmuş. ‘’Acaba ne günah işledim de, talihin rüzgârı beni bu kendini beğenmiş, boş konuşan ahmağın arkadaşlığına mecbur etti?’’ deyu içlenerek papağana dönmüş:

Kim bir duvar dibine varmaz ki o duvara senin şeklin nakşedilmiş olsun. Öyle çirkinsin ki resmini çizmeye kimse tenezzül etmez… Eğer yerin cennet olsa, diğerlerinin tercihi cehennem olur…

“Cihanda cennet-ül me’va muvâfık yârla hemdemdir

Muhâlif şahsa yâr düşmek bu âlemde cehennemdir.” diyen boşuna dememiştir.

Öyledir:

Âlimin cahile nefreti ne kadarsa, câhilin âlime nefreti çok daha fazladır. Karanlığın ışığa olan kini yüz kat vahşetle yıkanmıştır…

Şeyh Sadi hazretlerinden aldığımız bu hikâyenin asıl meramı yukarıdaki cümledir.

Fakat hayatla kurduğumuz her temasta, var olmaklığın ruhumuzu yokladığı her sancıda vaziyet aynı değil midir?

Diyelim ki rindler meclisi neşve ile örtülü harika bir gülistandır. Fakat zâhidin penceresinden bakarsan tek gördüğün dikenliktir…

Yine bir bahçe düşün… En güzel çiçekler ahenkle birbirine karışmış. Lâleler ve güller zevk ü sefa içre eğleniyor. Öyle ki hiçbiri diğerine yabancılık çekmiyor. Ey zâhid! Sen, onların arasında biten bir kuru odunsun. Kar gibi oturmuş kalkmak bilmezsin. Aralarında aykırı bir rüzgâr edasıyla eser, buz kesmiş, çözülmezsin…

Heyhât!

İnsan, sığabileceği yerde olmalı.

Sevmediğimiz bir dünyada sıkışıp, seveceğimiz bir dünya hayaliyle yaşıyoruz. Hepimizin bir bedeli var. Hepimiz satın alınıyoruz. Parça parça ediliyoruz sonra. Sonra hür olduğumuza inanıyoruz. Zihnimiz ve kalbimiz sıkışıyor şeytan oyunlarıyla. Medenileştikçe dünyaya daha çok batıyoruz. Sahibi olmadığımız nefislerimizi, her an sahte sahiplere kiralıyoruz. Ve müthiş bir kibirle adını ‘’yaşamak’’ koyuyoruz. Devamlı tüketiyor ve devamlı tükeniyoruz. Cihânın vaat ettikleriyle kendimizden taşıyoruz.

Ah…

Biz bu âlâyişli dünyaya sığmıyoruz.

Öyle ya:

Koned hem-cins bâ-hem-cins pervâz

Kebûter bâ-kebûter bâz bâ-bâz

Her cins kendi cinsiyle uçar; güvercin güvercinle doğan kuşu doğanla…

Kırık kanatlar ve minnacık cüsselerimizle Ankâ kuşlarına sırnaşıyoruz.

Dünya bataklığında kirlenip Kaf Dağı hayâlleriyle kavruluyoruz.

Günün sonunda ne karga ne de papağan olabiliyoruz…

Harabe bir âraf üzerinde ancak bunalım voltaları atıyoruz…