Kelimesiyle Düşünmeyen Nesil

Müslümanlar bilgiye ulaşma, bilgiyi yorumlama ve yeniden üretme kabiliyetlerini kaybettikten sonra siyaseten ve askeri bakımdan da zayıf düştüler. Coğrafi keşiflerle Avrupa’ya taşınan zenginlik ve bilim yeni insan tipini inşa etti. Engizisyondan kurtulan Batılılar, insanın ve aklın farkına vardılar. Akletmeyi ve tefekkür imkanları kısıtlanan Müslüman dünya, Batı mistisizminin Doğuya taşıdığı karanlığa teslim oldu. Rönesans ve aydınlanma sonrası ortaya çıkan yeni durumu taklit etmeye yeltenen Müslümanlar, tersine bir devşirmeye maruz kaldılar ve tercüme ettikleri bir dünyanın gölgesine sığındılar.

İnançlarından ve geleneklerinden kopan Müslüman dünya, bilginin üretilmesi meselesini Batıya kaptırdıktan sonra da kopuş ve kayıplar girdabında yuvarlanmaya devam etti. Lisanını önemli ölçüde yitirdiğinden, dillerinde saklı hakikatleri ve nüansları da unutmaya başladı. Tekdüze ve musikisini yitirmiş bir dil ile yazıp konuşmaktansa Batı adamına teslim olma kolaylığı ile pratiklerinden ve bilgi geleneğinden koptu. “Evrensel değerler” diye dayatılan Batı bilim tasnifini, felsefi düşünüşünü ve eğitim sistemini, hatta müziğini tercüme ederek hayatına dahil etti. Müslüman dünyasındaki bu zihni kırılma üretemeyen, dönüştüremeyen ve karşılaştığı yeni problemleri düşünce geleneği kuralları ile tartışamayan bir topluluk olmamıza sebep oldu.

Müslüman dünyanın modernleşme, çağını yakalama ve yaşadığı çağın gerekleri doğrultusunda yaşama tarihi çelişkiler ve kararsızlıklar tarihidir. İslam medeniyetinin durdurularak Müslümanların dilde, düşüncede, yaşama biçiminde melezleştirildiği ve uluslararası anlaşmalarla batının dümen suyuna çekildiği tarihler üzerine düşünmek gerek. Bunu düşünürken oryantalizmin Batıda bir bilim ve araştırma alanına dönüştürülerek üniversitelerde bir bilim haline getirilişini genelde “Doğu Düşüncesi”ni, özelde de İslam’ı ve “İslam Düşüncesi”ni araştırma konusu yaptıkları tarihi; Müslüman dünyanın Yunan-Latin dünyadan yaptığı ilk tercüme sonucu düşüncede ve araştırmada ulaştığı başarı ile karşılaştırarak araştırmalıyız. Bu ve benzeri teklifler kabul görse bile eğitim sistemimiz bunu doğru konumlandırma kapasitesinden yoksundur; çünkü ilk öğretimden itibaren eğitim sistemimiz Batı eğitimi ve bilim tasnifinin güdümündedir. Biz, bize öğretilenlerle “uygun görüldüğü” ölçüde yaşamaya mahkûm edildik.

**

Bir örnek: Ekonomide son iki yılda yaşadıklarımızı düşünce geleneğimiz içerisinde çözmeye çalışmıyoruz. Hep Batı bu sorunları nasıl çözüyor? sorusunu sorarak meseleyi kurcalıyoruz. Enflasyon, faiz sarmalı konusunda tarihte ne ile karşılaştık? Mesele tartışıldı mı? Tartışıldı ise hangi sonuçlara ulaşıldı? Batıda bankacığın devreye girmesinden sonra Müslümanlar finans ve kredi meselelerini nasıl çözdüler? Bu soruları sorma ihtiyacı duymadan, kafa konforumuzu bozmamak için riba=faiz üzerinden gerçekliklerden kopuyoruz. Görmezden geldiğimiz mesele yok olmuyor. Hayatımızı zorlaştırıyor. Ekonomiyi ve üretim ilişkilerini bozuyor. Bu noktada 16. yüzyılda kurulan “Osmanlı Para Vakıfları” meselesi üzerinden meseleyi çözmenin imkanlarını neden araştırmadığımızı anlamıyorum. Halen Malezya, Hindistan ve Pakistan başta olmak üzere İran, Mısır, Lübnan, Singapur, Sudan gibi Müslümanların yaşadığı ülkelerde yasal olarak kontrollerindeki nakit fonlarla ve banka hesaplarıyla varlığını sürdüren sistem, önemli bir açığı kapatmaktadır. Bu meseleye ilgi duyanlara Fazlurrahman’ın 1963’te yayımladığı “Tahkîk-ı Ribâ” veya "Riba and Interest" makalesini önererek meselemize dönelim.

**

Başta Müslüman dünya özelde Türkiye ana dilinde düşünmeyen, bilim üretmeyen bir zeminde duruyor. Eğitim süreçlerinde kültürel geleneklerine yaslanmayan bilgilerle beslenen nesil, üniversiteye intisap ederken de Batı dillerinden yeterlilik sınavına tabi tutuluyor. Edebiyat Fakültesinde yüksek lisans için İngilizce veya Fransızcadan yeterli puan almanın “İstiklal Marşı’ndaki Kelimelerin Köken Bilgisi” tezine ne kattığını hala anlamış değilim. Belki “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şehirleri” başlıklı bir tezin çalışılmasında bilmediğimiz bir işe yarıyor.

Türkiye’nin gençleri yabancı dille düşünecek kadar o dillere hâkim değil. Türkçe de bilmiyorlar. Sima, çehre, suret arasındaki ilişkiden; gönül, kalp, yürek kelimelerindeki anlam yükünden habersizler. Yabancı dili öğrenemeyen, içinde yaşadığı toplumun dilini bilmeyen hatta hakir gören bir nesille karşı karşıyayız. Bunu sadece gençler için de söylemiyorum. Akademik unvanlı pek çok entel varlık da “Türkçe bilim yapılamaz” teranesini tekrarlamaya devam ediyor.

Geleneğe vefanın geleceğe nimet olduğunu hatırlayalım. Bu, bizi vecibelerinin idrakinde olanlardan kılar. Sorumluluk, akleden insan için vecibedir. Bizden önceki nesillerin dilde, ilimde, yönetimde dayattıkları vandallık; vefasızlık, vaadsizlik ve yetersizlik başarısızlığa razı olanların çoğalmasına ve kabullenilmesine sebep oldu. Tanzimat neslinin takipçilerinin önemli bir kısmı vakar sahibi olamadığı için varis olma cesareti de gösteremediler; vasi olamadıkları için bırakacakları bir vasiyetleri de olmadı. Yaşadıkları çağa ait olma hususunda vehimliydiler; ancak vehimlerinde vazıh değildiler, iki yüzlü bir tavır sergilediler. Veresiye akılla iş gördüler, bu işler de verimsiz oldu; çünkü vesveseliydiler ve vesikasızdılar.

Dilimizi öğrenerek, aklımızı özgürleştirerek ülkemizin siyasî, ekonomik, bilimsel, felsefî krizlerini düşünce geleneğimiz içerisinde çözebileceğimize inandığımız anda; ülkemizi yeni bir boyuta taşıyabiliriz. Devlet yönetimine dair bilgilerimizi yenileyelim ve yeniden yeni ve bize ait kelimelerle siyaseti dizayn edelim. Başkalarının kelimeleriyle visale ermek imkanından yoksun bırakılan bir neslin yeni bir vizyonla kelimesine dönmesi ve kelimesiyle kendisini yeniden inşa etmesine ihtiyaç, her zamankinden daha fazladır.