Hz. Hüseyin’in şehadeti ve Kerbelâ meselesini ağlama duvarında insanların kendilerini harap etme gösterisine dönüştürmenin Müslümanca kavrayışa bir katkısı var mıdır? Aksi bir yerden bakarak bunu sadece kader olarak benimseyip kenara koymanın Müslümanlara ve insanlığa hangi iğdiş edilmiş gereksiz fikirlerin egemenliğini dayatıyor?

Kerbelâ hâlâ üzerinde düşünülmesi ve hayatımıza anlamlar katması gereken tarihi, coğrafi, siyasi ve insanî sonuçlar çıkarılması gereken veriler ihtiva ediyor. Hz. Hüseyin ve yol arkadaşları “… uçup gitti uzaklarda fırtınalardan öte topraksız bir ülkeye.” Müslümanlar, bu vakanın geride bıraktığı ibret verici tarihi miras üzerine ne kadar düşündüler? Olayın siyasi tarihimizi saltanata dayalı bir zulüm ve aile egemenliğine dönüştürmesi ile şura–biat geleneğini ortadan kaldırmasının asırlar süren olumsuz etkileri üzerine kaç kitap veya makale yazıldı? Bu soruya kimse kalkıp, edebiyatımızda bir tür olarak yer almış ve VIII. yüzyıldan itibaren binlerce eserin yazıldığı Maktel-i Hüseyin’ler üzerinden ve hüzünlü ağıtları destanlaştırarak cevap vermesin. Bu alandaki çalışmaların listelenmesi bile bu ölçekte yüzlerce yazı gerektirir.

Kerbelâ vakasından sonra maktel türünde yazılan eserlerde Hz. Hüseyin’in şehit olması konu edilmiş ve Arap edebiyatında bu gelenek “Maktelü’l-Hüseyn” olarak isimlendirilmiştir. Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında geniş yer tutan bu türe dair kaynaklarda anılan ilk eser Arap edebiyatında VII. yüzyılda yazılmıştır. Emevî saltanatının susuz bırakmak suretiyle şehit olmalarına sebep olduğu Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının şehadetlerinden hissettikleri hüznü, acıyı, acımasızlığı yaslı bir duyarlılıkla kaleme aldıkları “Maktel-i Hüseyin” konulu eserlerin tarihi VIII. yüzyıla tutunur. Genel olarak sözlü aktarımlardan derlenen rivayetlerin derlenmesi ve yeniden yorumlanmasıyla yazılan metinler bir süre sonra bu coğrafi bölgeye kutsiyet atfetmekle farklı bir boyuta ulaşmıştır. Olayın tarihi vahameti ve olaya meşruiyet kazandırmak için yapılan fıkhi ve itikadi tartışmaların düşünce dünyamızı ve itikadi – imanî anlayışımızı birbirimizi ötekileştirmeye, düşmanlaştırarak ayrıştırmaya zemin oluşturması da çağdaş Müslüman ulema tarafından müzakere edilememektedir.

Arap ve Fars edebiyatındaki deyiş ve rivayetler Müslüman Türkler arasında da sözlü olarak dolaşıma girmiş, halk ozanları tarafından köy köy kasaba kasaba söylenegelmiştir. Yazılı Türk edebiyatında Maktel-i Hüseyn’lerle XII. asırda karşılaşırız. Klasik ve halk edebiyatında Kerbelâ olayı “Hz. Hüseyin ve ehlibeytin şehit edildiği yer olarak görüldüğü için buraya bir tür kutsiyet atfedilmiş” ve mesele bu alanla sınırlandırılarak insanların bunun üzerine düşünmesi, tarihselleştirmesi ve siyasî ihtiraslarla ilişkilendirilerek değerlendirilmesinin adeta önüne geçilmiştir.

Müslümanlar tarihlerindeki ilk siyasî olayları, savaşları, haksız uygulamaları dışarıdan bir bakışla tartışmaktan hep kaçınmışlardır. Hz. Osman’ın şehadetiyle sonlanan Medine’deki isyanı ve siyasî sonuçlarını hangi doğru verilerle biliyoruz? Mesela Hz. Ayşe-Hz. Ali meselesi İslam tarihinde tarihi bir belge olmanın ötesine geçmez. Sıffin’de yapılan savaşın tarihi ve fikri kayıplarını da tartışmayız. Her iki tarafı kutsiyet levhasıyla yaftalayıp imanî bir hüviyet kazandırır unutma nöbeti tutarız.

**

Gençliğimde gördüğüm ve nefesimi kesen Bağdat'ta Müslümanlar, Kerbelâ günlerinde başlayan susuzluğun getirdiği şehadetin gölgesinde susuz kalan akıllarının idraksizliğinin acısıyla kavrulmaya devam ediyor. Bugün Kerbelâ’da birbirimizi anlamamanın, birbirimizden mahrum bırakılmanın acısı yaşanıyor. Zalimle zalimliklerini saltanat uğruna kurumsallaştırırken bizim bizi, neden birbirimizden mahrum bıraktığımızı düşünmemenin düşünememenin kefaretidir, Bağdat’ta yaşananlar.

“Kerbelâ şehitlerinin kanıyla ülke meclislerinin duvarları nasıl kirletilir?” sorusunun cevabını birkaç yıl öncesinin 15 Temmuz’unda Türkiye yaşadı; bugün Irak, Yemen, Afganistan, Mısır, Filistin ve daha pek çok Müslüman ülke yaşamaya devam ediyor. İslâm medeniyetinin en önemli duraklarından biri, Harun Reşit’in barış şehri, İmam-ı Âzam’ın adaleti inşa etmeye çalıştığı mekân, Binbir Gece Masalları’nın şehri Bağdat Kerbelâ çığlığına sığınarak kardeşlerini siyasi gerekçelerle ayrıştırmaya devam ediyor. Geleneği kutsayan oradaki öncüler Cüneyd'in bakışlarına, Geylâni'nin gönül dünyasına ve Halid'in zikrine uzak düşmüş; [“Ey göz! Gönlümdeki odlare eşkden su saçma kim bu denlü dutuşan odlare su çâre kılmaz.” Ey gözüm! Bu kadar fazla tutuşmuş ateşlere suyun faydası olmayacağı için gönlümdeki ateşlere gözyaşı(m)dan su saçma] diye Kerbelâ’dan seslenen Fuzuli'nin sesine de sağır olduk.

Geleneğin, ufku karartmadan yeni aydınlıklara imkân tanıdığını; tarih ve coğrafyanın sadece dün olmadığını anladığımızda yeni bir dünya kurabiliriz. “Su toprak olsun/ İnsan toprak gibi duysun yeri/ Ay toprak olsun/ Topraktan kaçanı toprak tutsun/ Gün toprak olsun/ Kabirler saltanatı toprak olsun” diyerek giden Sezai Karakoç’u anlayanlar Kerbelâ üzerine bir nebze tefekkür etsin.

Müslüman dünya Kerbelâ’dan başsız kalkarak gönlüne yöneldiğinde, gönül coğrafyasına ve tarihini anladığında Kerbelâ günlerinde kana kana su içmemenin anlam derinliğini kavradığında; coğrafyasında yaşanan acılar ve zulüm son bulacak ve insanlığa yeni bir kapı aralanacaktır.