Kitaplığımın başköşesindeki eserlerden biri olan “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” o kadar çok okunmuş ki yeniden ciltlemek gerekiyor. Bendeki 1971 baskısı olsa da eserin ilk baskısı 1948 yılında yapılmış. Yazarı ise hemen herkesin lise yıllarından duyduğu bir isim: Nihad Sâmi Banarlı (1907-13 Ağustos 1974)

Osmanlı’nın son neslinden olan Banarlı aslen Trabzonlu bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür. “Osmanlı Efendisi” dediğimiz neslin son örneklerindendir. Tam bir Türkçe aşığı olan Banarlı’nın ömrü bu sevdanın verimleriyle doludur. “Türkçe’nin Sırları” isimli eserini okumayanımız kalmış mıdır?

Banarlı’nın gençlik yılları ülkedeki dil ve kültür yıkımına denk gelmiştir. Özellikle 1930’lardan itibaren başlayan “dilde sadeleşme” furyası başta Banarlı olmak üzere irfan ehli bazı isimlerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Sadece dil değil geçmişten gelen kültürümüz de bu dönemde büyük bir saldırıya uğramıştır.

Hem Osmanlı’nın hem de inandığı dini değerlerin bu denli vahşice ortadan kaldırılmaya çalışılması karşısında sesini çıkaran, taşın altına el atan ve sözünü esirgemeyen birkaç isimden biri de Nihad Sâmi Banarlı’dır. Bugün konuştuğumuz dili işte bu münevverlere borçluyuz.

Banarlı Hoca kendisini şöyle tarif eder: “İnsanlar vardır ki dünyaları, böyle, hep ‘kelimeler’le örülmüştür. Onlar, kelimelerle duyar, kelimelerle düşünür; kelimeleri birer mücevher dizisi gibi, her kıymetin üstünde hissederler. Ben de onlardan biriyim.” Onun işi Türkçenin sırlarını araştırmak ve öğrendiklerini milletiyle paylaşmaktır. Bu dikkatini fakülteden hocası olan Fuad Köprülü’ye borçludur. 40 yıl muallimlik yaptığı okullarda on binlerce öğrenciye bu sevdasını aşılamış, yayımladığı eserlerle milyonlarca insanımızı aydınlatmıştır.

Banarlı Hoca 1930’lardan itibaren bir yıkıma dönüşen “dilde sadeleşme” tehlikesini şu cümlelerle anlatır:  “Atatürk, her yaptığını milletinin iyiliği için yaptığına inanırdı. Dil İnkılabındaki tutumu da böyleydi: Önce ‘dilimizi ne ölçüde özleştirebiliriz?’ diye bir tecrübede bulunmuş, sonra, bunun iyi netice vermediğini görünce, özleştirmeden vazgeçmişti. Arkasından, güzel ve tabii Türkçeyi alaylı dil âlimleriyle bozguncuların elinden kurtarmak için de bütün gücüyle Güneş-Dil Teorisi'ne sarılmıştı. Bu teori, Türkçeleşmiş her kelimenin Türkçe olduğunu ispat yolunda kullanılıyordu. Böylelikle 1935 sonlarında, ilk bakışta biraz fantastik gibi görünen fakat vazifesi Türkçeyi korumak ve kurtarmak olan yeni bir güneş doğmaya başlamıştı. Daha sonra Türk Dili Belleten'lerine ‘güneş kursu'nun resmi konmuş ve o zamanın Dil Kurumu azası, aldıkları emir üzerine Türkçeye Arapçadan, Farsçadan hatta Fransızcadan geçmiş kelimelerin Türkçe olduklarını harıl harıl ispata koyulmuşlardı. Atatürk'ün hayatının son dört yılı, Türkçeyi kendi tabi yoluna getirmek için yaptığı çalışmalarla geçti. (Sonraki) Cumhuriyet hükümetleri, Türkiye'de güya Cumhuriyeti tutturabilmek için Osmanlı'ya hücumu amansız bir ana-babaya sövme ve sövdürme politikası haline getirmiştir. Türk çocukları kendi büyüklerine ağız dolusu sövmeyi bu yıllarda kendi mekteplerinde, kendi hocalarından öğrenmişlerdir.”

Banarlı Hocanın tek derdi bu meşum süreci en az hasarla atlatmaktı. Yayınladığı yazılar ve eserler bu yanlışlara işaret eden tespitlerle doludur. Şu cümleler o yıllarda yaşanan dil soykırımını en iyi özetleyen cümlelerdir: “İnkılaplar, onları yapan büyük insanların elinden çıkıp da küçük insanların ellerine düşünce bütün tılsımlarını kaybeder... Ataların bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe’dir. Onu olur olmaz kaprislerle yıkamazsın! Goethe der ki ‘Bir dilin kudreti, kendini, yabancı olan şeyleri atmakta değil, onları yutup hazmetmekte gösterir.’ Bugün Türkçeyi yıkmak için çalışanlara, gelecekte neler denecek? Cehalet, geleceği düşünemez ki. Milletlerin olduğu gibi kelimelerin de tarihi vardır. Meselâ Türk milleti, Acem dilindeki câme-şüy kelimesini almış, çamaşır demiş; guuşe kelimesini almış; köşe demiş; şüban kelimesini almış, çoban demiş; Çehârşen-bih'e çarşamba, penc-şenbih'e perşembe demiş; hattâ, çehâr-şenbih'den, çarşamba karısı, çarşamba pazarı, çarşambanın gelişi, dokuz ayın son çarşambası gibi deyimler yaratmıştır.[...] Bizanslılardan aldığı, Aya-Nikolaya İnegöl, Adriyanopolise Edirne demiştir. Çamaşır, köşe, çoban, çarşamba, perşembe, hava, ateş, kulübe, İnegöl, Edirne, kelimeleri Türkçe'dir. Çünkü bu kelimelere bu sesi, Türk milleti vermiştir. (Kısacası) Türkçe, herhangi küçük ve başkalarına mahkûm bir millet dili değil, bir imparatorluk dilidir. Türk milletini içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından dinini devirmek yolundadırlar. Onun târihteki en büyük zaferlerini, bu iki asil kaynağa bağlı oluşla kazandığını da, onlar, çok iyi bilirler. Yıkmak isteyişlerinin asıl sebebi, esâsen budur. Kelimeler üzerinde hiç kimsenin oynamaya hakkı yoktur. Çünkü kelimeler, milletindir...”

Vefatının yıl dönümünde bu büyük münevverimizi rahmet ve minnetle anıyorum.