Artık bittiler… Aşağıda ispatı gelecek. Yıllardır bu gerçekleri haykırıyoruz:

Mealcilik bir projedir.

‘Kur'an bize yeter’ demek bir projedir.

Hadislere bahane bulmak ve reddetmek projedir.

Tarihselcilik bir projedir. Kaderi inkâr bir projedir.

Salavata hâşâ ‘yalakalık’ diyerek Efendimizi (s.a.v.) dışlamak ve sahabileri küçümsemek bir projedir.

‘Bayanlar özel günlerinde namaz kılabilir, oruç da tutabilir’ demek projedir.

‘Kur'an'ı abdestsiz okumak, göbekten aşağı tutmak, anlamadan okunmaz, ölülere gitmez’ demek bir projedir. Saygıya gerek yok demek projedir.

İşte gelinen nokta. Meal okuyan herkes fetva vermeye başlamıştı. Artık herkes fakih oluyordu. Mezhepleri oluşuyordu âdeta. Zaten mezhep imamlarını beğenmiyorlardı.  Her biri âlim kesiliyordu. Halbuki çoğunun İslami bir birikimi yoktu. Onların istediği de buydu. Oryantalistler tarafından alınan kararlardı bunlar. Kendileri ya da bizden satın aldıkları hainlere yaptırdıkları ifsat edici propaganda idi. İlim okuduğu hâlde Kur’an’a saygısı yok. Uygulaması yok. Hainliği çok.

BİR AJAN PAPAZIN İTİRAFLARI

İslâm'ı bizden almanın yoluydu bu. İşte bakın bunun belgesine.

Bir papazın itiraflarından:

Osmanlıda ajan olarak çok bulunmuş İngiliz olan yaşlı bir adam, 1956 yılında Amerika Washington’da bulunan dâimî grupta bir seminer veriyordu. Bu seminerde Amerikan subaylarının yanı sıra dünya ülkelerinin kurmay subayları ve İngiliz üst yetkilileri de vardı. Başka İngiliz bir üst yetkili “Bu seminer, ‘Osmanlı neden kaybetti?’ konusunda özel bir seminerdir,” diye bir açılış konuşması yaptı ve sözü bana verdi.

Tüm Osmanlı topraklarını gezmiş yaşlı bir adam olarak elimde kalın bir kitap olduğu hâlde kürsüye geldim. Bütün dinleyiciler seçme insanlardı. Tek-tek gözlerinin içerisine baktım. İçlerinde bir Türk vardı; kırk yaşlarında gösteriyordu. Vakur duruşu ve kurt gibi bakışı dikkatimi çekmişti ve ben, “büyük savaşlar silâh ile kazanılmaz!” diye konuşmaya başladım. Elimdeki kitabı havaya kaldırarak şöyle devam ettim, “Osmanlıda Türkler bu kitabı okurken ben dinlemekten sıkılırdım. Çünkü okuduklarından hiçbir şey anlamazdım!

KUR’AN’A SAYGI

Ancak Osmanlıda okumasını bilmeyenler ve okunanı anlamayanlar, bu kitap okunmaya başlandığında bütün işlerini bırakırlar ve abdest alırlar (özellikle belirtiyorum) başlarına muhakkak takke koyarlardı. Kitabın göbekten yukarıda tutulmasına dikkat ederek özel bir saygı ile iki diz üzerine otururlar, kafalarını önlerine eğerler, ortamda okuyanın sesi hariç çıt çıkmaz ve de kitabın okunması bitinceye kadar, huşû ile hemen-hemen her dinleyenin gözlerinden yaş akardı. Nefes aldıklarını dahi fark edemezdiniz!

Okunanları anlamadıklarını biliyorduk. Asıl merak ettiğimiz: Neden bu kitap okunmaya başlandığında tüm işlerini bırakırlar, konuşmazlar, abdest alırlar ve sessiz bir şekilde dinlerlerdi ve takke sünnettir diyerek taviz vermezlerdi? Anlamadıkları hâlde bu kitap bu insanlara nasıl böyle bir etki yapıyordu? Hayret etmemek mümkün değildi. Bu konuda günlerce düşünmüştük. Biz de İncil’e böyle bir saygı gösterilmezdi. Dünyada hiçbir kitaba böyle bir saygı gösterilmezdi! Sonra tespit ettik ki; (önce topluluğa bakarak, sonra yavaş-yavaş elimdeki kitabı havaya kaldırarak):

Müslümanları sessiz sessiz ağlatan, gözlerinden yaş akıtan bu kitap Kur’an-ı Kerim’dir!” dedim. Bu etkinin sebebini anlamıştık; Türkler, bu kitabı akılları ile değil, kalpleri, yani rûhları ile dinliyorlardı. İman, akıl ile değil, kalp ile olur diyorlardı.

KUR’AN ORİJİNALDİR, İNCİL BOZULMUŞTUR

Bu kitap orijinaldir, temizdir ve kirlenmemiştir. İnsan görüşü karışmamıştır. Allah’tan ve Peygamber’den geldiği gibidir ve Allah’ın kitabıdır; bu kesindir. Türklerin imanı da temiz ve saftı, kirlenmemişti, hakîki idi. Oysaki İncil öyle değil; Allah’ın gönderdiği İsa peygambere gelen İncil, insanlar tarafından değiştirilmişti. İnsan görüşleri, yorumları İncil’e karışmış, İncil bozulmuştu. Yüz dört (104) İncil’den seçilerek insanların yazdığı bu dört İncil, biz Hristiyanlara Allah’ın kitabı diye okutuluyordu. İtiraf etmek gerekirse biz bunu biliyorduk; ancak geleneksel olarak oluşan ve devam eden vatan, millet ve din bağlılıklarını terk edemiyorduk, topluma uyuyorduk. İçerisine insan sözleri ve görüşleri karışmış bu İncil, ilâhîliğini kaybetmiş ve kirlenmişti.

İngiltere’de yaptığımız bir toplantıda, “Biz de Kur’an’ı değiştirelim!” dediğimde, Osmanlıda beraber ajanlık yaptığım Christopher, “Bu mümkün değil!” dedi, “Evet, Kur’an’ı değiştirmek mümkün değil!” dedi ve şöyle devam etti, “Bütün dünya kütüphanelerinde on binlerce orijinal Kur’an var. Toplamak, yok etmek mümkün değildir. Toplasanız, yok etseniz dahi bütün dünyanın her tarafında yüz binlerce hâfız var ve tüm Kur’an-ı Kerim’i ezbere biliyorlar. Her hâfız Kur’an’ı kendi memleketinde ayrı-ayrı yazsa, noktası ve virgülü değişmeden aynısını yazarlar…”

“ONU BİZ İNDİRDİK BİZ KORURUZ.”

Christopher bunu söyleyince Kur’an-ı Kerim’deki bir âyet-i kerîmeyi hatırladım: “Onu biz indirdik biz koruruz.” Mademki Kur’an-ı Kerim’i değiştiremeyeceğiz, başka bir şey olmalı, bir şey yapmalıydık. Bu Kitaba olan saygı yok olmalıydı. Bu saygının gücünü Müslümanlardan, Türklerden almalıydık. Bu saygının gücü Osmanlı devletini kurmuştu! Günlerce, geceler boyu bu işin üzerinde tartışmalar yaptık. Mısır’da Cemaleddin ve Abduh ile baş başa çok sabahladık ve 1700’lü yıllarda yaşamış meslektaşımız Hempher’in hatıratını okurken Cemaleddin, “ne yapacağımızı buldum!” dedi. Bu, dehşet bir buluştu…

Bu buluş, İslam âlemi ile buluştu. Müslümanların ilerlemesini artık durdurmalıydık. Onları kendi kitapları olan Kur’an-ı Kerim ile vurmalıydık! Bu dehşet buluş iki kelime idi: “Kur’an’a uyalım” evet, Kur’an’a uyalım! Önce, tüm İslam aydınlarının beyinlerine “Kur’an’a uyalım” (felsefesini) yerleştirmemiz lâzımdı. Sonra da tüm İslam âlemine bu yayılmalı idi; Kur’an’a uyalım!

Tüm misafirler şaşırmıştı. Kurt bakışlı Türk ise dikkat kesilmiş, gözlerimin içerisine bakıyor idi; “Şimdi siz, ne yapmak istiyorsunuz?” der gibi. Salondan çıt çıkmıyordu. Herkes ne diyeceğimi bekliyordu. Ben, dünyanın en büyük savaşını kazanmış bir komutan edasıyla salona baktım ve tane tane, yavaş yavaş konuşmaya başladım.

“KUR’AN’A UYALIM” SLOGANI

“Onlar, bin yıldır Kur’an-ı Kerim’e uyuyorlar!” dedim, “Kur’an-ı Kerim’e uyanlara, Kur’an’a uyalım demek, Kur’an’ı Kerim’e uymayı değiştirelim demektir. Mademki Kur’an-ı Kerim’i değiştiremiyoruz, o hâlde Kur’an-ı Kerim’e uymayı değiştirelim ve bunun sloganı da “Kur’an’a uyalım” olmalıdır!

Bin yıldır peygamberlerinin açıkladığı şekilde Kur’an’a uyuyorlar. Hepsinin din anlayışı; yani îmânı aynı ve bu îmân, Kur’an okuyanlarda da, okuyup anlamayanlarda da ve okumasını bilmeyenlerde de aynı! Bu îmân, Kur’an-ı Kerim okunurken hepsini ağlatıyor. Allah’ın Kitabı olduğunu biliyorlar! Peygamberlerinin açıkladığı şekilde Kur’an’a uyuyorlar. Bin yıldır, Kur’an’ı takkesiz dinlememeleri gerektiğinin müstehab olduğuna ve bunun da Kur’an-ı Kerim’e saygı olduğuna îmân ediyorlar ve taviz vermiyorlar. Mademki Kur’an’ı değiştiremiyoruz, o zaman Müslümanların Kur’an’a olan saygı ile birlikte Kur’an’dan anladıklarını, yani îmânlarını değiştirelim! Peygamberlerinin açıkladığı Kur’an’ı bir kenara atalım, kendi anlayışları ile Kur’an’a uymalarını sağlayalım. Her birinin îmânı farklı olur fakat îmânları farklı olduğu hâlde kendilerini aynı îmânda ve Müslüman zannederler. Bunu ancak ve sadece “Kur’an’a uyalım” ile yapabiliriz!

KUR’AN TERCÜMELERİ KARARI

“Kur’an’a uyalım” sözünü, bütün aydınların beynine yerleştirmemiz lâzım! Evet, bin yıldır Selçuklu ve Osmanlıda, bir tane Kur’an tercümesi yoktu. Hemen Kur’an tercümeleri yaptırmamız lâzımdı ve her Müslüman’ın da Kur’an’dan kendi anladığına uymasını sağlamamız gerekiyordu. Her kafadan İslamiyet adına farklı ses gelmeliydi! İşimiz zor idi ve zaman istiyordu. Bu, büyük bir projeydi. İslam birliğinin kalbine saplanacak bir hançer idi. İlk iş, buna karşı duracak, buna engel olacak âlimler yok edilmeli ve ortadan kaldırılmalı idi ve (böylelikle de) Kur’an’a uyalım, dalga-dalga yayılmalı idi. Bu bir devrim idi! Karşı çıkacak ve toplumu uyaracak âlimler de kalmamıştı ve kimse, “Hayır, Kur’an’a uymayalım!” da diyemezdi.

Biz, “Kur’an’a uyalım” ile Kur’an’a uymanın şeklini değiştiriyorduk, Kur’an ile Müslümanları vurmuştuk! Onlar peygamberlerinin, sahâbilere öğrettiği şekilde, sahâbilerin müçtehid îmâmlara yazdırdığı şekilde Kur’an’a uyuyorlar ve buna “Edille-i Şer’iyye” diyorlardı. Kur’an-ı Kerim kitapları gibi, îmânları da hakîki ve bir idi. Şimdi ise kitapları hakîki ve bir olacak fakât îmânları farklı olacaktı. Kur’an’a uyarken kendi kendilerine oluşturacakları yeni-yeni îmânlar meydana çıkacak (farklı anlayışlarından dolayı) mecbur bu îmânlar farklı olacak ve her biri farklı farklı îmân etmiş olacaklardı. Bu gerçekten de dehşet bir proje idi ve Kur’an’ı değiştirmeden, Müslümanların îmânını değiştirme, yok etme projesi idi.

Bu tahribatı anlamaları da mümkün değildi. Çünkü artık bunu anlayacak âlimleri yoktu ve Kur’an, orijinal hâli ile duruyordu. Yapılanı anlamadılar, anlayamadılar. Tüm aydınlar, tüm cemaâtler, tüm din okulları ve İslam âlemi Kur’an’a uyalım kampanyasına katıldılar.

ARTIK MEALLER BASILDI

İlk Kur’an tercümesini Zeki Megamiz adlı bir Hristiyan Arap’a yazdırmıştık. İlk meâli ise Misak isimli bir Ermeni’ye. Tercümeler ve meâller çoğalmaya başladıkça da artık her kafadan bir ses geliyordu. İslam adına farklı cemaatler türüyordu. Her cemaât kendi yolunu, görüşünü savunuyordu. İslam birliğini yok etmiştik, hem de Kur’an ile! Müslümanlar Kur’an’a uyduğunu zannederken, Peygamberlerinin Kur’an-ı Kerim âyetleri hakkındaki açıklamalarını, yani gerçek tefsîri bırakıyor ve insanların yorumlarına, görüşlerine ve de anladıklarına uymaya başlıyorlardı.

Kafalar karışmıştı, ayrılma ve bozulma devam ediyordu! “Kur’an’a uyalım” sesleri yükseliyordu. Kur’an’dan çıkarılan farklı manâlar yeni yeni, değişik îmânlar oluşturuyordu. Yüz dört İncil’den dört İncil çıkmıştı, bir Kur’an’dan binlerce îmân! Bu, İstanbul’u fethetmekten çok ama çok daha büyük bir devrimdi! Kur’an hakîki, bir; ama anlayışları ve îmânları farklı Müslümanlar! Artık, Kur’an-ı Kerim okunmaya başlandığında abdest alıp, başında takke, bütün işlerini bırakıp iki diz üzerine oturup nefesi tutulmuş ve gözünden yaş akan Müslümanlar yoktu!

Kur’an’ı okumak için abdest almaya gerek olmadığını, Kur’an’ın öcü olmadığını, Kur’an’a uyulması gerektiğini haykıran yüzlerce din adamlarımız… Evet, bize çalışan din adamları yetişmişti. Kur’an’a uyalım diyen, ancak bu işin nasıl olacağını bilemeyen, yani her kişinin kendi anladığına uymasının, Kur’an’a uymak olduğunu sanan topluluğu oluşturmuştuk!

KUR’AN’A SAYGI KALKMAYA BAŞLADI

Artık Kur’an’a uyalım diye bağıran ve Kur’an-ı Kerim’e uymanın saygı ile başladığını bilmeyen, Kur’an’a saygısız Müslümanlar çoğalıyordu. Herkes Kur’an’a uyulmadığı için geri kalındığını, dinden uzaklaşıldığını söylüyor ve de tekrar Kur’an’a uyalım diye bağırıyordu. Kur’an’a uyalım diyenlerin sayısı arttıkça, o eski abdestli, iki diz üzerinde anlamadan (da olsa) gözleri yaşlı Kur’an dinleyenlerin sayısı gittikçe azalıyor, yok oluyorlardı. Artık İslam toplumu, Kur’an-ı Kerim’e nasıl uyulur bilmiyordu. Sadece ellerinde orijinal Kur’an-ı Kerim, dillerinde “Kur’an’a uyalım” kelimesi vardı.

Osmanlıda bir hoca bana; Allah’ın ve peygamberlerin sıfatlarını, otuz iki farzı, İslam’ın ve îmânın şartlarını, namazın farzlarını ve birçok konuyu ezberletmişti. Şimdi, gusül abdestinin nasıl alındığını bilmeyen ama Kur’an’a uyalım diye bağıran bir topluluk meydana getirmiş, İslam’ın öğreti sistemini değiştirmiştik. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı, “Kur’an’a uyalım” diyorlardı. Evet, Kur’an’a uyalım. Hâlbuki yukarıdaki bilgileri öğrenmek, peygamberlerinin açıklaması ile Kur’an’a uymaktı. Eskileri buna Ef’âl-i Mükellefîn ve Edille-i Şer‘iyye diyorlardı…”

Ben konuşmamı bitirmiştim, ortalıkta çıt yoktu. Nefesler kesilmiş, herkes bana bakıyordu. Kurt bakışlı Türk’ün gözlerine baktım. O da şaşkındı ve bana bakıyordu ve gözlerinden iki damla yaş akıyordu. Kur’an’a uyalım, (sloganı) ahtapotun kolları gibi tüm İslam âlemini sarmıştı. Toplantıdan çıkarken de İngiliz konsolosa, “Bu Türk kim?” diye sordum. Albay Hüseyin Feyzullah olduğunu söyledi. (İstiklal: Bir ajan papazın itirafları. Erişim tarihi: 17.10.2022)