İslamcılıktan bölücülüğe duhul eden HDP’li Hüda Kaya’nın “Ayasofya’nın asıl sahipleri” olduğunu iddia ettiği Hıristiyanlara verilmesi gerektiğini söyleyerek, kilise olarak ibadete açılmasını teklif etmesi büyük tepki çekti. Aslında sözlerinde şaşılacak hiçbir şey yok. Neden mi?

Çünkü, bir Tanzimat ideolojisi olarak 19. yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık, özünde modernist; temelde Batıcı bir ideolojidir de ondan. Bu düşünce akımının öncülerinin bir kısmının anti-emperyalist duruşlarını takdir etmekle birlikte, İslam ile diğer dinleri eşitleyen; İslam’ın ve onun o tarihte vücut bulmuş hali olan Osmanlı Devleti’nin egemenlik iddiasını bir çırpıda yok sayan “çoğulcu” anlayışlarını görmezden gelemeyiz. Çoğulculuk, devletin ana unsuru olan Müslümanlarla, zimmet ehli gayrimüslimleri eşitlemeyi savunmakla kalmıyordu: Süreç içerisinde İslam’ın “tek hakikat” ve “tek din” olma iddiasından da bir kopuşu ifade ediyordu.

DİNSEL ÇOĞULCULUĞUN GELDİĞİ SON NOKTA: FETÖ

Biz bunun en uç örneğini FETÖ’nün “dinler arası diyalog” pratiğinde gördük. Abant Platformu denilen “küresel emperyalizmin uç beyliği”ni üstlenmiş yapının bir ucunda İslamcı Ali Bulaç, diğer ucunda milliyetçi Mümtazer Türköne vardı. İkisini bir yerde buluşturan şey, özetle “gavura gavur denilmesini yasaklayan” yani Türkiye’yi 11. yüzyıldan itibaren dünya sahnesine çıkartan “gaza ideolojisinden” vazgeçme ve Batı’yla savaşan değil, “uyum sağlayan” bir zihnin inşa edilmesiydi.

Devletimizin “nizam-ı alem” iddiasından vazgeçtiğini dünyaya deklare ettiği tarih 1839‘dur. Tanzimat Fermanı ile başlayıp, idarecilerimizin doğrudan Batılı konsoloslar tarafından denetlenmesinin yolunu açan ve İngiliz Elçiliği‘nde hazırlanan Islahat Fermanı‘yla devam eden süreçte sadece devletimiz çökmedi. Müslümanların kendilerine olan güvenleri, egemenlik iddiaları, doğru ve hak bilginin ancak vahiyle kuşatılmış kendi düşünce sistemleri olduğuna dair inançları da çöktü. Böylesi bir zihnin fetihleri idrak etmesi mümkün olmadığı gibi, vatan ve millet gibi kavramları önemsemesi de mümkün değil.

Türkiye “ölüm fermanımız” olan Tanzimat’ı kendi aydınlarının tartışma süreçleriyle ilan etmiş olsaydı, belki 150 yıldır “entelektüel birikim” diye pazarlanan bu zihinsel çöplük yine de bir şey ifade edebilirdi. Oysaki devlet, Filistin’i, Suriye’yi işgal edip, Gaziantep önünde 30 bin askerini kılıçtan geçiren Mısır’a atadığı kendi valisinin ayaklanmasıyla baş edemeyip önce Rusya’yı sonra da İngiltere’yi yardıma çağırmasaydı bu fermanı aklının ucundan dahi geçirmezdi.

KILIÇ HAKKI

Osmanlı 1918’de yıkılmadı. Koca Osmanlı ile kendi valisi Londra’da antlaşma masasına oturduğunda yıkılmıştı zaten.

Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi bu yüzden “alelade bir karar” değil. Türkiye’nin 181 yıl önce kaldırdığı teslimiyet bayrağını fırlatıp atması anlamına geliyor. Bunu hem Rusya, hem de ABD çok iyi idrak etmiş durumda.

Onlar gayet iyi biliyorlar ki, Ayasofya’da secdeler başladı mı, “Türk kılıcını kuşanmış” demektir.

Zaten şakırtısı şimdiden Trablus önlerinde duyuluyor…