“İstasyon” deyince, kimsenin aklına kavuşmak gelmiyor.

İstasyonlar, bir araya getirmekten ziyade “ayrılığı” temsil ediyor.

Hüzün ve acıların kulesi, gar duvarları…

Her yalnızlık, içinde başka bir mana taşıyor burada…

* * *

Hayatın kendisi gibi ulaşım da hızlandı.

Eskiden, komşu köylere yürüyüp sefer beklediğimiz zamanlar, trenin asla ne zaman geleceğini bilmediğimiz yıllar, tarifenin hiçbir işe yaramadığı, gece yarılarına kadar soğuk, kar ve kışta, dışarı çıkma şansı bulamayıp insanlarla hemhâl olarak, kâh uyuklayarak, kâh sohbet ederek, yeni yeni insanlarla tanışarak bir “istasyon hayatı” kurulurdu.

Seyyar satıcıların paralı müşteriye çok da denk gelmediği ölgün ışıklı, kasvet durakları…

Trenin ne zaman geleceğini kimseye sormak mümkün değildi; çünkü gar memurları insanlarla muhatap olmazdılar. Onlar “devleti temsilen” ilgisiz ve sevgisizdi hep…

Arada bir dedikodu yayılırdı yolcular ve peronlar arasında kulaktan kulağa, “Tren filan istasyondaymış. Karşıdan gelen seferi bekliyormuş, becayiş varmış.”

İstasyonlar boşluktur insan hayatında…

Belli saatlerde dünyanın sonunu hatırlatırdı boş istasyon, canı çekilmiş, anlamını kaybetmiş.

* * *

‘İstasyon’ denilince, kimsenin aklına kavuşma gelmezdi. Çünkü o zamanlarda insanlar kasabalardan, köylerden; büyük şehirlere “kendilerini kurtarmaya” giderdi.

Dolayısıyla gidişlerin de gelişleri pek olmazdı. Birinci kampana çalınca istasyonlardaki konuşmalar çabuklaşır, ikinci kampana ile sarsılırdı penceresinden bakılan vagonlar…

Keskin çığlıklar ile ötünce siren, ‘yabancı’ olurdu dönse de bildik gidenler bir zaman sonra…

‘Gitmek’ üzerine kurulu bir seremonidir istasyonlardaki bakışmalar, sarılmalar, dokunmalar… Aynaları meşhurdur istasyonların, insanları perişan gösterirler. Geride kalanlar için uzakta, bir ‘solucan gibi’ uzar tren; kıvrılır, düğüm düğüm olur lokomotifler ve el sallayanların boğazı…

* * *

Kar yağarken; güçlükle ilerleyen trendeki ‘şanslı’ insanlar için artık başka bir yaşam başlardı. Saatler süren ‘bıktırıcı’ yolculuk boyunca kompartımanlarda farklı insanlarla tanışırdın. Dostluklar, muhabbetler, siyasi tartışmalar, atışmalar ve ozanlar ile ayrı bir dünyaydı tren… İstasyonlar ve tren, hayatın ta kendisiydi bir zamanlar… Hızla geçerdi, yorgun ve uykulu köylerin uzağından…

Osmanlılar’dan miras bir ‘hayat biçimi’ olarak tren yolculuğu yaygındı eskiden… Doğu’nun ücra köylerine karayolu ile ulaşmak mümkün olmayınca, tren ‘can simidi’ olurdu.

Uzak köylerin, küçük istasyonların yorgun vagonlarıydı onlar.

Komşu köylerdekiler, sırtındaki yükler ile istasyonlara yürür, insanlar birbirlerini, ‘ortak’ buluşma noktası garlarda bulur ve “hasret” giderirdi.

* * *

İnsan yaş aldıkça çocuklaşıyor.

Bugünlerde sığınılacak bir şey olmayınca, eskilere tutunuyor.

“Nereye yolculuk” derseniz; ırak bir istasyonu düşlemekteyiz, varılacak ‘son istasyon.’

Kim bilir; belki hepimiz buluşuruz yine ‘ayrılık olmayan’ yerde…