İnsanoğlu tarih boyunca içinde bulunduğu hayatla yetinmedi ve hep bir sorgulama içinde oldu. Neden varız? Bizi var eden var mı? Allah var mı? Allah’ın varlığına nasıl ikna olabiliriz? Evreni nasıl idrak edebiliriz? Bu sorular yeni düşünce akımlarına hatta yeni medeniyetlere yol açtı.

İlk olarak esas temsilcilerinin Hume olduğu bir grup filozof, hakikatin duyu organlarımızla keşfettiklerimizden ibaret olduğunu söyledi. Duyu organlarımız hissediyorsa, vardır. Biz esas mahiyetini kavrayamayız, zaman, mekân da bizim duyu organlarımızla kavrayabildiğimiz kadardır. Newton ise buna ek olarak bilimsel olarak ispat edilmiş bir zaman ve mekânın varlığını ilave etti. Dünya bizim idrak ettiğimizden ibaret değildir. Kant bu fikri geliştirdi ve yeni bir düşünce biçimi oluşturdu. Kant’a göre insan duyu organlarıyla veriyi toplar sonra da zihninde onu bilgi haline getirir. Kant’a göre bilgi zaten insan zihninde vardır, biz onu verilerle toplarız, zihnimizde bilgi haline getiririz ve böylece idrak etmiş oluruz. Burada akla Rasulullah’ın her çocuk fıtrat üzere doğar, ailesi onu Müslüman, Hıristiyan, Yahudi yapar hadisi gelebilir. Mutezile buradan çıkarak her çocuğun İslam fıtratı üzerine doğduğunu söyler. Birazdan döneceğiz.

Kant’tan sonra ise sahneye Bergson çıktı ve akılla değil, sezgi ve insiyakla insanın bilgiyi kavrayabileceğini söyledi. Evren devamlı bir akıştadır ve bu maddeyle değil manevi bir akıştır, ancak sezgiyle kavranabilir, akılla kavranamaz. Schopenhaur akışı kabul etti, madde hayaldi, ancak tasavvurla ve iradeyle bilgi kavranabilirdi. Kirkegaard ise Tanrı, zaman, ebedilik, hakikat gibi kavramların bir paradoks olduğunu ve ancak insanın akla ve kendine sırt çevirip ümitsizlik noktasında geçireceği bir buhran sonucunda bu kavramları anlayabileceğini iddia etti. Bir nevi cezbe halini kast ediyordu aslında.

Bizde âlimler Allah’ın varlığından ziyade, Allah’ın şeriatı üzerine eserler ortaya çıkarırken sufi düşünürler Allah’ın varlığı üzerine düşünceler üretti (ilham!). Allah’ın Adem’e (as) esmaları öğretmesinden yola çıkarak biz insanın yukarıdaki filozofların aksine bulup da öğrenen değil, Allah tarafından öğretilen canlı olduğuna inandık. Aklı da sezgiyi de bir kenara koymadık ancak Allah isterse akılla veya sezgiyle veya her ikisiyle de bilginin, hakikatin kavranabileceğine inandık. Bize göre Tanrı, ebedilik gibi kavramlar bir paradoks değildi, insana uzak da değildi. İbn-i Arabi’nin geliştirdiği düşünceyle, bu düşüncenin vahdeti vücut şeklinde bir kalıba bürünmesiyle bütün kavramların insanda olduğunu öğrendik. İnsan da Allah’tan geldiğine göre hakikat insana zaten apaçıktı. Arayanlar bulamıyorlardı, bulanlar ise ancak arayanlardı. Mutezile bir konuda yanılmıştı, insan İslam üzerine değil Allah inancı üzerine doğar. Hz. İbrahim’in arayışı bunun neticesinde olmuştur, İslam hadisteki gibi eğitimle, hidayetle sonradan kazanılır.

Hakikatin bir noktasına temas etmiş olsalar da aslını kavrayamadıkları için insanın hiçliği Batı düşüncesinde nihilizme bizde ise fenafillaha ulaştırmıştır. Batı umutsuzluğa, biz ise bilakis Yaratıcıya sığınma umuduna sarılmışızdır bu yüzden. Batı sömürgeci, biz ise merhametle anıldık. Batı kan üzerine bir uygarlık kurdu, biz İslam medeniyeti. Nihilizm intihara, fenafillah ise Allah için yaşamaya, Allah’ta yaşamaya götürdü insanı. Ne diyordu Meriç? Işık Doğu’dan gelir.