2011 yılıydı. O zaman Başbakan olan Cumhurbaşkanımız Erdoğan, bir çılgın projeden bahsediyordu. Bu proje, hemen hemen toplumun bütün kesimlerinde bir heyecan uyandırmış, insanlar günlerce bu çılgın projenin ne olabileceği yönünde fikirler yürütüp tahminlerde bulunuyorlardı. En nihayetinde çılgın projenin “Kanal İstanbul” olduğu kamuoyuna açıkladı.

Evet, Kanal İstanbul hem yerel hem de küresel denklemler bakımından gerçekten çılgın bir projeydi. Ancak Erdoğan’ın liderliğinde açıklanan Kanal İstanbul’dan daha çılgın sayılabilecek bir proje var ki o da Kürt meselesine yönelik başlatılan çözüm süreciydi. 100 yıla yakın bir zaman dilimini kapsayan bir sorunun çözümüne yönelik dirayetli bir irade ortaya konmuştu. Erdoğan / AK parti iktidarları öncesi kimi hükümetler, liderler de bu mesele üzerine eğilmiş, var olan adaletsizliklerin, sıkıntıların giderilmesi için çabalar sarf etmiş fakat kimisi zehirlenerek, kimisi post-modern darbelerle alaşağı edilmiş, sorunun halline olanak tanımamıştı.

Recep Tayyip Erdoğan, göreve geldiği andan itibaren bu mesele üzerinde kafa yoracağını, Türkiye’nin sırtını kamburlaştıran, kökü içeride, kumandası dışarıda olan bu urun sökülüp atılması çalışmalar yapacağının emarelerini göstermişti. Öyle ki bu meseleyi kastederek, “gerekirse baldıran zehrini içerim” diyerek kararlılığını ortaya koymuş, üstlendiği riskin farkında olduğunu ifade eden sözler kullanmıştı. “Niyet hayr, akıbet hayr” diyerek yola koyulmuştu ancak önünde sayısız dikenli tel, engel ve barikatların da olduğunu bilmiyor değildi. “Artık analar ağlamasın” dediğinde, daha öncesinde devletin, “TRT ŞEŞ” isimli yirmi dört saat Kürtçe yayın yapan TV kanalının açılması isteğine, muhalefetin itirazları ile karşı karşıya kalıyordu.

Erdoğan’ın güçlü liderliği ve kararlı duruşuyla çözüm süreci kapsamında sorun her geçen gün bir merhale atlatıyor, adaletli ve hakkaniyetli adımlar atılıyor, kardeşlik hukuku tesis ediliyordu. Çözüm süreci, toplumda bir huzur iklimi oluşturmuş, bir baharın müjdecisi gibi insanların zihinlerinde ve kalplerinde bir ferahlık meydana getirmişti.

Süreç, aynı zamanda Kürt toplumunda Erdoğan’a yönelik bir hüsn-ü zan ve sempatiye yol açmıştı. Bu durum, PKK/HDP’nin tedirgin olmasına sebep olmuştu. Ne hazin ki HDP/PKK, Erdoğan’ın, iktidarın, meselenin halli ve urun tedavisine yönelik attığı bütün adımlara, müspet girişimlere bir kulp takma, takoz olma, Kürtler’in gözünde, zihninde basitleştirme görevini üstlenmişti. Samimi bir yaklaşımdan uzak, siyasi rant elde etme yolunu tercih etmişti.

İktidarın bütün çaba ve gayretlerine rağmen, PKK/HDP’nin işi yokuşa sürme isteği, tehditleri, eylem ve söylemleri her geçen gün süreci dinamitliyordu. “Kobané konjonktürü” (oluşturulmak istenen terör koridoru) ile süreç akamete uğramaktan kurtulamamıştı. Peki gerçek anlamda bu “Kobané konjonktürü” neydi, kime, neye hizmet ediyordu, konuya açıklık getirelim. Genel anlamda AB(D)’nin, PKK/HDP’ye “Türkiye sizi kandırıyor, süreci bozun, size destek oluruz, Suriye’de olduğu gibi Türkiye’de size kantonlar oluşturalım…” mealinde yaklaşımıydı. PKK/HDP’nin “devrimci halk savaşı” resti ve hendekistan eylemleri, bu temel üzerine inşa edilen politikalardı. Bu politikalar, Kürtleri perişan edip muhacir durumuna düşürdü, evsiz, barksız bıraktı. Hendekistan politikaları Kürtler’in menfaatine olmadığı gibi Türkiye’nin egemenliğine kastedildiği gerçeği çıkıyor önümüze. PKK/HDP’nin hendekistan politikalarıyla yaşadığı hezimet sonrası tekrar sürece dönme talepleri toplum nezdinde itibar görmemektedir. Ak Parti’nin, siyaset zeminini genişletmesi ve kazanılan 80 milletvekili ile legal ve meşru yollarla siyaset etme olanağı, silaha, şiddete kurban edildi. PKK/HDP’nin misyonunun, Batı(l) konsorsiyumun, emperyalist networkün stratejik hedeflerinin pratiğini gerçekleştirmek olduğu şüphesiz ortaya çıkıyor.

Bu noktada “Batı, Kürtler’in dostu mu?” sorusunu da sormak icap ediyor. Batı, Kürtler’in dostu olsaydı 100 yıl önce bölge dizayn edilirken, Kürtler’i gözetmesi gerekirdi. Oysa aksine bir politika ve strateji izlendi, Kürtler, geleceğin truva atı olarak kullanılmak istendi. Artık, Batı eliyle tasarlanan hiçbir projenin Kürdler lehine olmayacağı gerçeğini idrak etmemiz gerekir

Hâlihazırdaki sancılarımızın ekseriyeti AB(D) tandanslıdır. Küfr cephesinin Anadolu coğrafyası üzerindeki plan, programları hiçbir zaman eksik olmamıştır, olmayacaktır.

Lokal ölçekte terör örgütlerinin, küresel ölçekte AB(D)’nin (terör piyonlarının arkasındaki gerçek akıl) hedefleri, Türkiye’yi Anadolu’ya hapsetmek, Osmanlı hinterlandındaki coğrafyalar ile bağlarını kopararak Türkiye’nin gardını düşürüp arzu ettikleri dizaynı gerçekleştirmektir. Türkiye’nin, elini çabuk tutup Suriye’nin kuzeyinde gittikçe meşrulaştırılmak istenen defakto duruma müdahale etmesi gerekmektedir. Zira her geçen gün Türkiye’nin aleyhine gelişmeler kaçınılmaz olacaktır…