Evet, tarih boyunca yalancılar yalanlarıyla birlikte hep var oldu; bu gerçeği hiç kimse inkâr edemez…

Lakin yalancılık, son dönemlerde yaşandığı şekliyle pek var olmadı kanaatimce; aşikâr, sakin, yüz kızarmadan söylenebilir olarak…

Nasıl ki nasır, tutuğu bölgeyi hissiz hale getiriyorsa yalanın nasırlaşması da vicdanları o şekilde hissizleştiriyor, merhamet duygularını derin bir nasır tabakasının altına gömüyor…

Yalanın dini boyutu da, yalancı açısından çok derin ve hazin bir manzaraya çıkar; meselenin bana göre en önemli yanına sadece bir vurgu yaparak işi erbaplarına bırakıyorum…

Yalanlar, yalancılara kendilerini gizleme mutluluğu verebilir, ama güvende olma duygusundan da mahrum eder onları…

Çünkü yalancıyı emniyetsiz/mutsuz kılan şey, yalanın kendisidir zaten…

Eğer bir yalancılık hastalık (mitomani) sebebiyle değilse yalancıyı hep bir endişe içerisinde bırakır; “ya bir gün ifşa olursam” kemirgeniyle de kemirir durur kendini…

Çünkü yalancılar da tıpkı diğer kötü huylular gibi yalanın ayıp, yüz kızartıcı ve günah olduğunu bilirler ama önem vermezler buna; bu yalanlar sayesinde kazandıklarının meyvesini yerler ama bunun nereden geldiğini de gizli tutarlar hep…

Aslında onlara verilebilecek en büyük işkence, onları yalancılıklarıyla baş başa bırakmaktır…

Lakin bir yalancılık devletin herhangi bir kademedeki yönetiminde olan ya da olmaya talip birisiyle ilgiliyse o zaman mesele sosyolojik bir boyut kazanıyor ve o kişi kendi yalanlarıyla baş başa bırakılamaz oluyor…

Yalanda ve her kötülükte en büyük acıyı, her doğana verilmiş olan tertemiz vicdanın kendisi yaşar aslında; o sebeple bütün kötülükleri kırbaçlar durur; onu taşıyan “yürek” tarafından aldatılmıştır çünkü…

Bir kötülük nasır tutmamışsa eğer, bütün insanlığın en büyük güvencesi vicdanlar hâlâ devrededir demek ki; eğer bu böyle olmasaydı, hepimizin hali harap olurdu…

Tarihin tanıklığına başvurduğunuzda ne yazık ki şu gerçek karşılar bizi: Ortada affedilmiş bir yalancı varsa onu affeden de yine bir yalancı olmuştur ya da affedilmiş bir zinanın affedicisi, yine bir zinacıdır veya ona meyilli birisi…

Bu affedişin sebebi de çok açıktır affeden açısından; o, aslında bir başkası üzerinden kendini affetmiştir güya…

Bu ne acınası bir “af” avuntusu ve affediliş; kendini dahi kandıramadığı için…

Yalana giden yol bir yokuş değil, uçurumdur; bir anda yutar meyledeni…

Nasıl olurda bir insan yalandan ve kötülükten zevk alır; inanılası bile gelmiyor aslında…

Ama her devrin kendi koşullarına göre kötüler de iyiler de hep vardı ve var olmaya da devam edecek; bütün bunlar sadece bu çağın gerçekleri değil zira…

İyilik ile kötülük arasındaki tercihlerimize göre bir “imtihan” içerisinde olduğumuza göre, bu hakikatten kaçamayız; eğer başarabildiysek/başarabileceksek tek övünülecek şey iyilerin safında olmak olabilir…

Bir yalana “gerçek” hırkası giydirme gayretinin bile, başka bir yalana yüklendiği, acı bir politik dille muhatabız ne yazık ki; zira herkesin çok iyi bildiği bu tarz bir yalancılığı başımıza musallat edenleri saymaya kalkmayacağım…

Ne dinin ne de mahkemelerin önleyebildiği bu yalancılığın geldiği kötülük seviyesi, aklın sınırlarını zorluyor…

Yalancının en büyük bahşişi yalandır; geçici de olsa mutluluk sağlar…

Bu “bahşiş” sadece, duymak istediğini duyuranları, gerçeğe kapalı kulakları sevindirir…

Öyleyse haydi, hep birlikte yaşayalım ve görelim; bu “bahşiş”lerin sebebiyet vereceği o derin sukût-ı hayali!