Günümüzde her şeye ve hadiseye tabiatı; yani manâyı ismiyle nazar edildiğinden, âlem hiddete geliyor. “Musibetler” dur-durak bilmiyor. Bir yandan koronavirüs pandemisi, hayatımızı zahiren zehir ederken, diğer yandan deprem bu halimize “tiksinerek” bir bir bizi üzerinden silkelemeye devam ediyor. Bunu ifade ederken, masum çocukları, masum insanları ve masum hayvanları kastetmiyorum. Bu durum “Ekal bir seviyede” de olsa, yine de âlemin “hiddetinden” kurtulamıyoruz. “Öyle bir beladan sakının ki, geldiği vakit yalnız zalimlerinize mahsus kalmaz; masumları da içine alır. Ve bilin ki Allahu Teâla’nın azabı şiddetlidir.” (Enfal-25) mealindeki Ayet-i Kerime buna işaret ediyor…

Aslında olaylara “Manâ-ı harfî”, yani Allah namıyla bakınca, durum çok daha farklı oluyor. Her bir hadisenin asıl mahiyetinin ne olduğu, bizden ne istendiği, ya da olayın bize yansıyan kısmı ayyuka çıkıyor. Bu durumu merhum Hasan Feyzi Efendi, şu şekilde izah ediyor:

“Beni tanı, yürü kulum, yürü diye bizlere,

Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var.

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden,

Müjde olsun, artık sana Cennet denen safa var.”

Bu anlayışın hilafına, özellikle korona virüsün vermek istediği mesaja karşı “âsâm kalmak”ta ısrar edenlerin rağmına, virüs gittikçe hırçınlaşıyor. Eminim bu virüs, kâfirin inadını kırmakla meşgul iken, Müslümanların bu denli gafletini ise anlamlandıramıyordur(!).

Geçtiğimiz günlerde, iki canımızı daha Rahmet-i Rahmana emanet ettik. Teyzem oğlu Halil Akdemir’in ayrılığını daha hazmedememişken, Kur’an dersinde omuz omuza verdiğimiz Şükrü Gürbüz ağabey de, entübe olduğu masada; bizlere “Allah’a ısmarladık.” diyemeden göçüp gitti…

Madem ölüm yokluk değildir, tebdil-i mekândır. Madem kabir, müminler için cennet bahçesinden bir bahçedir. Ve madem başta Peygamber (a.s.m)’imiz olmak üzere, bütün dostların mecmaıdır. O halde şu kısa ayrılık, bizlere “firak acısı”nı tattırsa da, inşallah giden dostlarımızı mesrur eder…

Ümidimiz, vefat eden bu canlarımızın “ahiret şehidi” sayılmaları yönündedir. Ancak o zaman “teselli” bulabiliyoruz.

Ebû Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah aleyhissalatü vesselam:

– Siz kimleri şehit sayıyorsunuz? diye sordu. Sahâbîler:

– Yâ Resûlallah! Kim Allah yolunda öldürülürse o şehittir, dediler. Peygamber Efendimiz:

– “Öyleyse ümmetimin şehitleri oldukça azdır” buyurdu. Ashâb:

– O halde kimler şehittir, yâ Resûlallah? dediler. Resûl-i Ekrem efendimiz:

– Allah yolunda öldürülen şehittir; Allah yolunda ölen şehittir; salgın hastalıktan ölen şehittir; karın sancısından ölen şehittir; boğularak ölen şehittir, buyurdu. (Müslim, İmâre 165)

İslam âlimleri bu hadisten yola çıkarak, şehitleri; “Ahiret şehidi”, “Dünya şehidi” ve “Hem dünya hem de ahiret şehidi” olarak üçe ayırır. İnşallah bu süre zarfında, malum hastalıktan dolayı vefat eden kardeşlerimiz de, “ahiret şehidi” sayılırlar…

Selam ve dua ile…

Fi emanillah…