Müsrif zamanlardayız… Gün doğumlarını kaçırıyor, gün batımlarını telaşlı adımlarımıza harcıyoruz.

Mücessem zenginliğimiz arttıkça, mücerret hazinelerimizi har vurup harman savuruyoruz. Eşyaya verdiğimiz kıymetin altında eziliyor, zarafet, şefkat, merhamet…

İdraksiz nefeslerle tüketiyoruz havayı…

Musluklardan gereğinden fazla su akıtıyoruz…

Poşetler dolusu ekmek, çöp konteynerlerinde israfın çığlığını atıyor.

Almalara doyamıyoruz fakat, aldığımızdan pek çabuk bıkıyoruz.

Değiştirdiğimiz eşyaların ömürleri öyle kısa ki, iki yeni arasında kalmış nefsimiz, emek vererek sahiplenmenin saadetinden habersiz.

Her hakkı mahfuz bir edinme hastalığına tutulmuşuz.

Her şeye ulaşabilir, her şeyin bizim olması için azami gayret kesilebiliriz.

Geçtim eşyanın ruhuna olan ahde vefadan, eşyanın israfından.

İnsanlığımızı ebatlarla ölçülen mal varlığına kurban ediyoruz.

Ve geçtim, gelecek zamanları, yaşadığımız dönemden haberdar edecek eşyayı “Klasik” unvanıyla etiketlemekten. Nasıl geçeceksem!?

Öyle an oluyor ki, yitirilecek büyük kıymet karşısında, geride ne varsa, varsın heba olsun diyor insan.

Tüketip atmayı, asli değerlerimizden izler taşıyan her neye sahipsek yeni çıkana tezgâh eylemeyi maharetten saydığımızdan beridir pek çok nesnel kaygılardan geçtim.

Kültür taşıyıcılığını değil, gelecek zamanlara bırakacağımız maddi-manevi değeri ve yaşadığımız zamanın habercisi olan “klasik” ve antik eşyanın değil, klasik Türk müziğinin, klasik Türk mimarisinin, klasik Türk sanatının değil, geleceğin temel dinamiği çocuklarımızın, gençlerimizin ruh dünyalarını da harcar olduk.

Varsın olsun, yetişkinler insanlığın nominal değerlerini kökensiz, özentilerle takas eylesin…

Varsın, menfaatperest eğilimlerle birbirimizi kırıp geçirelim.

Varsın, madde mananın boynuna ilmek geçirsin.

Ve varsın ölümün eşiğine geldiğimizde ardımızda kalacak zenginliğin kölesi olalım hiç gam değil…

Ancak bu müsrif alışkanlıklarımız arasında harcadığımız muhteşem bir kıymet var ki o da çocuklarımız…

Rabbimizin, ailelere bahşettiği ve dolayısıyla vatanımızın genç neslini oluşturan çocuklarımızı da harcar olduk.

Geçmişten geleceğe soyut ve somut kültürel değerlerimizin taşıyıcısı olacak çocuklarımızın dışını donatırken içini zinde tutacak tüm dinamikleri unuttuk.

Dünya ülkeleri arasında en genç nüfusa sahip olan bizdik ama müsrif alışkanlıklarımıza onları da ekledik.

Yukarıda çizdiğim tablo vahim görünüyor olmalı. Ancak büyük şehirlerden Anadolu’ya sirayet eden müsrif yaşantıların genele hakim olduğu çoğunluğun profili bu.

Pek müstesna, pek duyarlı, dünya ve ukba arasında kalbi mekik dokuyan pek imanlı ve güzel ahlaklı genç neslin derdine düşmüş güzel insanlarımızın varlığı olmasa maazallah şımarmış olmanın kefareti yazgımız olur!

Manevi değerler üzerinde tepinen, Vahy-i Kerim’in tavsiyelerini dünyaperest yasalarla değiştiren, istifçi ruhların istilasına uğramış gibiyiz.

Bu istiladan “güzel ahlak” şifası ile kurtulabileceğimize inanarak, tufanda mal değil insanın derdine düşülür ya hani, işte öyle bu müsrif zamanlarda çocuklarımızın kalbini ve zihnini kurtarmanın derdine düşmek lazım.

Evvela aile mektebinde, sonra okullarda eğitim modelimizi -ölümlü olduğumuzu- hatırlayarak, -saadetten mahrum yaşamanın eziyetini hesaba katarak- yeniden dizayn etmeli.