Hz. İsa (as), müminlerle birlikte yürürken yolun kenarında bir köpek leşi görür. Müminler yüzlerini buruşturur, iğrenirler. Hz. İsa tebessüm eder, “ne kadar güzel dişleri var” der.

Hz. Adem’le (as) başlayan İslam dini, Rasulullah (sas) ile kemal bulmuş, Rasulullah bu yüzden “dininizi tamamladım” buyurmuştu. Yine aynı sebepten Rasulullah marifet peygamberi olmuş, marifet yeryüzüne nur-u Muhammedi ile ayan edilmişti. Marifet peygamberinin gelmesi için İslam dininde de belli merhaleler aşılmalıydı, insan gibi toplumlar da (netice de küll, cüzze bağlıdır) belli bir tekamülden geçiyordu. Her şey; ilim, bilim, ahlak, din vb. belli tekamüllerden geçerek nihayete eriyordu. Bu sebeple Hakk’a erebilmenin yolu nasıl ki dört merhaleydi, mecburi olarak İslam da yeryüzüne dört merhale ile inmişti. Hz. Musa (as) şeriatı, Hz. Davud (as) tarikatı, Hz. İsa hakikati ve son olarak Rasulullah (sas) marifeti temsil etmişti. Bu nedenle Hz. Musa kısası savunmuş, “dişe diş kana kan” demiş ve şeriatı temsil etmiş fakat Hz. İsa “bir yanağınıza vurulduğunda diğer yanağınızı çevirin” demiş ve hakikati temsil etmişti. Hz. Davud’da ise ilahilerden oluşmuş bir kutsal kitap görünmüştü.

Hz. İsa hakikati temsil ettiği için, nereye bakılırsa bakılsın hakikati görmeyi öğütlemişti doğal olarak. İnsanların iğrendiği bir köpek leşinde, dişlerinin güzelliğini de ancak o fark edebilirdi bu yüzden. Güzel bakmış, güzel görmüştü. Hakikatte her şey nurunu Allah’tan alıyorsa, güzel olmayandan söz edilebilir mi? Baktığın her yerde Allah olursa, gözüne çirkin bir görüntü temas edebilir mi? Allah dahi “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğimi sevdim, yarattım” demiş, Rasulullah’a “Habibim” diye hitap etmiş, özün de özünde “sevginin” yattığını göstermişti. Bu halde “güzel bakmak, güzel görmek, güzel sevmek” müminin boynunun borcu değil de nedir?

Eskinin insanı irfani eğitimle yoğrulmuş olduğu için (kırk hanenin olduğu yerde kesin bir arif vardır şeklinde bir inanç hüküm sürmüş) her an Hakk’la beraber, hakikatle koyun koyuna yaşıyor, baktığı her şeyde bir güzellik görüyordu. İrfani eğitime sırt çevirip, sırtımızı modern dünyaya verdiğimizden beri kalbimizle değil, nefsimizle bakıyoruz. Nefsimiz baskın çıktıkça da kullandığımız cümleler, cümlelere yüklediğimiz manalar, çıkardığımız sonuçlar ahirete uzak, dünyaya yakın oluyor. Barış Manço “Güzel sevmeyene adam denir mi” derken güzel kadınları sevmekten bahsetmiyordu örneğin. “Güzel” sevmekten bahsediyordu. Aynı şekilde Neyzen Tevfik (k.s) “Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye” derken de bahsettiği güzel kadınlar değildi. Cümlenin bizde uyandırdığı ilk çağrışım nefsimizle aramızdaki mesafenin göstergesidir. Nefsimiz baskın olduğu için cümleleri kendimizce eğip bükeriz. O nedenle “Güzel bakmak sevaptır” atasözü, “Güzele bakmak sevaptır” şeklinde değiştirildi modern insan tarafından.

Kalkıp gitmeden gölgesinde oturduğu ağaçtan helallik isteyen bir ihtiyarı, modern insan anlayamaz. O ihtiyar irfan sahibidir, güzel sevmenin peşindedir, modern insan ise nefsine güzel gelenleri sevmenin…