Sosyal bilimler disiplininde gözlem yapan bireyin aynı zamanda gözlemlediği olayın aktörlerinden bir tanesi olduğu gerçeği, süreçte tarafsızlığı bertaraf ederek kuramsal altyapının ideolojik etki altında kalmasına mahal verir. Nitekim bu durum sosyal bilimcilerin bilimselliği tam olarak sağlayamadığı gerçeği ile bizleri yüzleştirir.

Aslında gerçekleştirdiğini iddia edenler bireyler de temelde bir hâkim ideolojinin mensubudur. Ama benimsenen ideolojinin yaygın biçimde genel kabul görüyor olması bireylerin zihinlerinde bu ideolojiyi öznellikten kopararak nesnelliğe sürükler.

Bu bağlamda kapitalist iktisat olarak da adlandırdığımız ve günümüzde genel kabul gören iktisadi sistem ile ideolojik kuramlar arasında kuvvetli bir bağın olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz. İdeolojik kuramların en önemli belirleyicisinin sosyal ve kültürel yapı, bu iki aktörün üzerindeki en nüfuzlu unsurun ise din olgusu olduğunu söylersem aslında yazının genel hattını zihinlerinizde çizmiş olacaksınız.

Din olgusu, sosyal ve kültürel yapının en önemli bileşeni olarak toplumlar arasındaki yaşayış ve anlayış farklılıklarının temel belirleyicisidir. Başka bir deyişle dinler sadece toplumların inanç sistemlerinin değil, sosyal, siyasi ve iktisadi sistemlerinin tayin edilmesi sürecindeki en önemli aktördür.

Batı literatüründe yer alan ilk dönem iktisadi kaynakları incelediğiniz zaman İbrani-Hıristiyan geleneğinin izlerini berrak şekilde karşınızda bulabilirsiniz. Feodalite döneminde rasyonaliteye sahip olmaktan uzak olan Hıristiyanlık, Avrupa genelinde görülen reform hareketleri ile bu olguyu merkezine almaya başlamıştır. Nihayetinde bu süreç Hıristiyanlığın, geleneğinden uzaklaşarak Protestanlık formunda kapitalist iktisadın kuramsal çerçevesini çizen başrol oyuncusu konumuna gelmesi ile sonuçlanmıştır.

Nitekim Max Weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde bu güçlü ilişkiyi teorik zemin üzerine oturtmuştur. Fransız yazar René Guénon “Modern Dünyanın Bunalımı” eserinde, bu zihniyet dönüşümünü Hz. Adem’den beri var olan anlayıştan en ciddi sapma olarak nitelendirken, modern kapitalizmin tarihini anlatan Werner Sombart da kapitalizmin batı dünyasına sağladığı imkanları “zengin olduk, çünkü milletler bizim için tamamen öldüler, bizim için kıtalar ıssızlaştı” diyerek sömürgecilik olgusu etrafında şekillendirmiştir.

Velhasıl, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa genelinde etkili olan aydınlanma çağından beri geleneksel Hıristiyanlığın ahlakçı ve spiritüalist özelliklerinden koparak yerini Protestanlığa bırakması, aslında inançların ideolojiyi etkilemesinin yanında ideolojilerin de inançları etkilediği bir dönemin kapısını aralamıştır.

Batı dünyası ideolojilerinin temeli rasyonalist gelenek ve bu geleneğin yansıması doğrusal-ilerlemeci anlayış üzerinedir. Yani ideolojilerin kuramsal altyapısı Batı ve kültürünü merkeze almakta, diğer toplumları çevre olarak nitelemektedir.

O halde bir evrensellikten söz edebilmemiz mümkün müdür?