Sokrates bir generalle karşılaşır ve ona sorar: “Sayın general, cesaret nedir?” General tereddütsüz: “Savaşta düşmanla yüz yüze çarpışmak!” Sokrates gülümser: “Ancak bir savaş esnasında ordu düşmanla yüz yüze gelince savaşmamış, kaçmıştı. Daha sonra onları arkadan yakaladılar, kıstırdılar ve galip geldiler. Bu korkaklık mıdır?”

O korkaklık değildi elbette. Kelimeler sözlükte belli manalara gelse de asıl manasını bizim onu hayata uygulama şeklimizle kazanır. Kelimeler bedendir, insan ise kelimelerin ruhu. İnsan olmadığı takdirde kelimelerin sözlükte isterse sayfalarca sürecek kadar çok anlamı olsun, hiçbir işe yaramayacaktır.

Bu yüzden bazen kelime kullanımında afallıyoruz. Kullanımda afallayınca da o kelimeyi hayata geçirmekte başarısız oluyoruz. Anekdottan başlayalım. Cesaret nedir? Generalin söylediği cesaret değildir, kaba deyimle bir “gazla” oluşan işe yaramaz bir atılımdır. Neticede faydadan çok zarar veriyorsa ortaya sergilenen cesaret kimsenin ilgisini çekmeyecektir, bilakis adına “enayilik” denecektir. Cesaret zeka gerektirir çünkü. Savaşta maksat düşmanı yenmekse göstereceğin cesaretin bu amaca hizmet etmesi şarttır. Düşüncemizi şekillendirmek bakımından birkaç kelime üzerinden daha örnek vermek faydalı olacaktır.

İslam’ın en önemli düsturu alçakgönüllü olmaktır. Müslüman kibirden arınmak zorundadır. Rasulullah bir hadisinde “Kalbinde zerre kadar kibir olan insan cennete giremez” buyurmaktadır. Kibir, benlik iddiası haşa tanrılık taslamaktır çünkü. Bundan sonrası vahdeti vücuda girer, uzun konu, daha önce de yazmıştım, o yüzden burada keselim. Peki ya özgüven? Kendine güven? İslam’ın bir düsturu da Müslüman haysiyetidir. Rasulullah bir hadisinde “kibre karşı kibir sevaptır” buyuruyor. Bizim yaşantımızla ortaya koyduğumuz mana ile ortaya çıkacak kelime ya kibir ya da özgüven olacaktır. Özgüven, kibir değildir. İnsan yaptığı işte kendine güvenmeli, göğsü dik olmalı, meydana çıkmaktan korkmamalıdır. “Bu işi ben yaparım” demek kibir değildir. Bilakis meydana çıkmak için işe talip olacağız. Rasulullah “Yolda bir gayrimüslimle karşılaştığınızda onu yolun kenarına itin” derken şüphesiz zahiri manayı kastetmiyordu. Hayatın her alanında yolda siz olun, siz başarılı olun diyordu. Bunun için de önce kendimize güveneceğiz. Ezik olmayacağız. Kemalist faşizmin Müslümanlara benimsettiği “eziklik psikolojisinden” kurtulacağız. (Öyle ki kelime-i tevhid paylaştığı için işinden atılan bir bekçi haberi duymayacağız bir güce erişeceğiz.) Eziklik demişken kelime bahsinden devam edelim. Müslüman mütevazı olmak zorundadır. Ancak ezik olamaz. Müslüman boyun eğmeyi bilir ama yeri geldiğinde baş kaldırmayı da bilir! Siz mütevazılık yaptığınızda sizi ezik görenler olacaktır, onlara yerine göre özgüvenli olduğunuzu da gösterirseniz hem özgüvenli hem mütevazı olmuş olursunuz. İslam’ın emirleri/yasakları dahi bu düşünce sistemiyledir. Sana helal olmayan biriyle cinsel münasebette bulunursan zinadır, haramdır. Eşinle cinsel münasebette bulunursan ibadettir, sevaptır. Allah’ın “Biz geceyi dinlenin diye yarattık” emrine uyarak gece uyursan ibadettir, sevaptır. Rutin bir işlemle uyursan veya sabahlarsan olay sadece sağlıkla ilgilidir. Nefsani haz veren müzik günahtır. Hakk’ı hatırlatan musiki ibadettir, sevaptır.

Olayların bile bizdeki etkisi, ona nasıl baktığımızla ilgilidir. Seneca, anlatır: “Ünlü Stoacı Zenon geminin battığını ve bütün eşyalarının sulara gömüldüğünü öğrendiğinde şöyle dedi: ‘Demek kader benim, sırtında daha az yükü olan bir filozof olmamı istiyor.’”