Operacı Hakan Aysev, “Operayı kasabalara, köylere götürelim” diye bir teklifte bulunuyor.

Ve devam ediyor;

“Opera şehre inmez. Opera zaten şehirde, biz alalım bunu kasabalara, köylere götürelim. Ben Avrupa’da bu işi böyle yaptım. Kimse sabah kalktığında, ‘Ben bugün operaya gideyim’ demiyor”

Operada ‘ulusal ve uluslararası’ birçok başarıya imza attığı belirtilerek Türk Pavarotti diye anıldığı kaydedilen Hakan Aysev, zannımca bu başarıları neticesinde yerli ve milli olmasını beklediğimiz Anadolu Ajansı’yla mülakata değer görülmüş.

Mülakatı hayli genişçe…

Operayı insanlarla tanıştırmak gibi bir ‘misyon’ edindiğini söylüyor.

Hedefinin sabah eşine ve çocuğuna kahvaltı hazırlayıp, okula, işe gönderen kadına ulaşmak olduğunu belirtiyor.

Operanın gerçekten çok gerekli bir sanat olduğunu belirttikten sonra bir teori atıyor ortaya, “Çok sesli müzik dinleyen toplumlar çok sesli düşünebiliyor ve daha medeni olabiliyor.”

Aysev’e ‘çok sesli düşünmek ve medeni olmak ölçüleri nelerdir?’ diye sormaya gerek var mı?

Mülakatı yapan arkadaş şöyle bir soru soruyor kendisine, “Türk operasının geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz?”

Buna ben cevap vereyim;

Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü Kapatılsın!

Devlet Opera ve Bale Genel Müdürlüğü, 2018’de çıkartılan bir KHK ile Kültür ve Turizm Bakanlığından alınarak Cumhurbaşkanlığına bağlandı.

O günden sonra ben bu kurumun kapatılmasını bekliyorum…

Neden mi?

Hakan beyin de zikrettiği gibi kimse ‘Ben bugün operaya gideyim’ demediği ve illerdeki Devlet Opera ve Bale müdürlüklerinin düzenledikleri faaliyetler bizim kültürümüzde bir karşılığı olmadığından bomboş salonlarda gerçekleştiriliyor.

Türk milletinin manevi değerleriyle taban tabana zıt opera ve balenin milletin vergileriyle sözde sanat adı altında çarpık bir nesil yetiştirmede öncülük yapması düşünülmesi gereken bir mesele değil midir?

Resmi internet sitesinde kuruluş gayesi şöyle plastik ve her durum için bol bol kullanılan cümlelerle izah ediliyor:

“Türk müzik kültürü, cumhuriyetimizin kuruluşu ile yeni bir sürece girmiştir. Bu sürecin özünde ulusallık, yönetiminde çağdaşlık, niteliğinde evrensellik vardır.

Cumhuriyetimizin kuruluş döneminde; tiyatro, opera, bale ve çok sesli müzik gibi sanat alanları çağdaş uygarlığın göstergeleri olarak belirlenmiştir.

Bu alanlarda elde edilecek gelişmelerin, genç cumhuriyetin toplumsal dönüşüm konusundaki gayretlerinin temel göstergeleri olacağı kabul edilmiştir. Bu hedefe yönelik olarak; tiyatro, opera, bale ve çoksesli müzik alanlarında toplumun ince beğenisini geliştirerek kültürel gelişimine katkıda bulunmak suretiyle eğitim görevi yapmak üzere, Devletin idari ve mali desteğini alan yeni kurumların oluşturulması için yasalar çıkarılmıştır.

1970 yılında Devlet Opera ve Balesi ‘Kuruluş Kanunu’ gereğince Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ‘Bağlı Kuruluş’ olarak atfedilmiş ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü adını almıştır. Devlet Opera ve Balesi, 1923’te tamamen yeni bir fikir olarak doğan yeni modern Türk toplumunun kültürel bir yansıması olmuştur.”

Çağdaşlık, evrensellik, uygarlık, ulusallık veee elbette modern…

Gerçek şu ki, Türk Halk Müziği ve Türk sanat Müziği yasaklanarak dayatılan opera, bale ve çok sesli müzik tarzı Faşizmin yükselişte olduğu yıllarda Hitler ve Mussuloni’ye göz kırpmak için kültürümüz olarak benimsetilmeye çalışılmıştır.

Yabancı kültürlerin kendilerine has ve hususi değer ve kıymetlerini olduğu gibi taklit ve kopyalamaktan başka siyasi bir hedefi de olan opera ve balenin devlet tarafından destek ve teşvik edilmesi yerli ve milli değerlerimizin ve kendi kültürümüzün ikinci plana atılmasına sebebiyet verdiği için bir an önce kapatılmalıdır.

Okuma parçası

Kurulduğu yıllarda batılılaşmanın ve ulus devlet faşizminin yayılmasını hızlandırmak için Hakan Aysev’in de düşündüğü gibi Anadolu’nun muhtelif illerine opera götürülmesine karar verildi.

Dört saat boyunca Sivas’ta bir salona doldurulan köylülere kapılar kapatılarak ve dışarıya çıkılmasına izin verilmeyerek zorla dinlettirildi.

Aradan biraz zaman geçti, köy muhtarları vilayete çağrıldı, soruldu: “Operayı nasıl buldunuz?”

Muhtarlardan birisinin cevabı, hâlâ ruhumuzu sıkan olay ve durumlar karşısında çok sık kullanır hale geldiğimiz şu darbı mesel haline geldi:

“Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi!”

Hakan beye bu hikâye hakkındaki düşüncesi neden sorulmamış?