İstanbul’da Sonbahar günleri… Havalar da bir hayli serin ve hafif de yağmur atıştırmış…

Bahçelievler’de ikamet ediyorum… Bağcılar Bahçelievler arasındaki Kemal Sunal Caddesi’nden Şirinevler istikametine ilerliyorum.

Bahçelievler Ulu Cami’ye yakın göbekte kırmızı ışığa takılıyorum ve bekliyorum. O sırada ışıkta bekleyen arabaların yanına altı yedi yaşlarında bir çocuk yaklaşıyor. Suriyeli olduğu anlaşılıyor hemen… Üzerinde siyah ince bir gömlek, ayağında ise ayakkabı yok… Daha da acısı, kucağında da iki yaşı civarında bir çocuk var. Sen kendin taşınmaya muhtaç bir sabi iken o çocuğu nasıl taşıyorsun kucağında?

Kucağındaki çocuğun kırmızıya çalan sarı saçları var. Saçları gözünün üstüne dökülmüş. Burnu akmış, muhtemelen koluyla silmiş, yüzüne doğru uzamış sümüğü… Ancak zeytin gözleriyle o kadar güzel bir bakışı var ki insanın merhametini, muhabbeti anında celp ediyor.

Ağabeyinin yüzünde ise büyük adam olgunluğu ile altı yaşında çocuk masumluğu yer değiştirip duruyor.

Kucağındaki kardeşiyle öndeki arabaların camına tıklayıp el açarak bana doğru geliyor. Yanıma gelince cama tıklamasına müsaade etmeden camı açtım, elini uzattı… Aksilik ya ceplerimi arandım, yandaki çantaya baktım verebilecek hiç para yok üzerimde… Biraz da mahcup, yok işareti yaptım.

Çocuk o sırada arabanın içini gözleriyle kolaçan ediyor, Arapça bir şeyler söyledi ama anlayamadım.

Sonra eliyle yan koltuğu işaret etti. O sırada yeşil ışık yandı. Hareket etmeye hazırlanırken iş yerinde arkadaşlarla yemek için aldığım poğaça ve simitleri işaret ettiğini anladım ama arkadan da kornalara basılmaya başlandı. Hareket hâlindeyken ancak elimi uzattım ve aldığım bir poğaçayı verebildim. Dikiz aynasından da ne yapıyorlar diye takip ediyorum. Poğaçayı hemen kardeşinin eline tutuşturdu ve orta kaldırıma geçtiler.

Beni aldı bir pişmanlık… Neden poşeti uzatmak aklıma gelmedi diye… Arabayı park edip geri döneyim dedim, ancak o an müsait yer yok; geri döneyim dedim, saate baktım zaten birkaç dakika gecikmişim. Ancak çocukların o andaki hâli, cebimden hiç para çıkmaması, poğaça poşetini vermenin aklıma gelmemesi içimi her geçen dakika daha çok kemirdi.

İş yerine ulaştığımda tüm iştahım kaçmıştı. Poğaçalar beni izledi, ben poğaçaları izledim öğleye kadar.

Sürekli aklıma aynı yaşlarda olan, bir dediklerini iki etmediğim, annesinin dizinin dibinde, babasının gözünün önünde, sıcacık yuvasında rahat bir yaşam süren çocuklarım geldi. Onları koydum bir an için bu sabilerin yerine ve böyle düşündükçe vicdanım daha da rahatsız oldu.

Gün boyunca çocuklar aklımdan hiç çıkmadı. Akşam dönerken inşallah çocukları aynı yerde görürüm umuduyla oradan iyice yavaşlayarak geçtim ama yoklardı. Uzun zaman sabahları oradan geçerken gözüm hep o çocukları aradı, oradalarsa yanıma alıp çocuklara güzel bir yemek yedireyim, üst baş alayım düşüncesiyle… Ama maalesef ki o çocukları bir daha hiç göremedim.

Farklı farklı bir sürü çocuğa yardımcı olduk, ihtiyaçlarını gidermeye çalıştık belki ama o çocuklar aklımdan bir türlü çıkmadı.

Şu kanaate ulaştım bu olay sonrasında:

İyiliğin de vakti var ve Rabbim, iyilik yapmamız için bizim önümüze fırsatlar çıkarıyor. Bu fırsatı kaçırınca istesen de iyilik yapamıyorsun ya da yaptığın iyilikler, zamanında yapacağın iyiliğin yerini tutmuyor.

Rabbim veren el olabilmeyi, varken verebilmeyi, yokken verebilmenin kaygısını çekmeyi nasip eylesin hepimize…